Hayatta başka hiçbir seçeneği olmadığı için siyasal İslâmcı olanlarla, hayatta başka pek çok seçeneği varken özgür iradeleriyle İslâm'a yönelenler arasındaki son hesaplaşma (1)

Ali Murat Güven Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Open

Hizmetine ömrümü harcadığım bu memlekette dostlarım kalmadı gibi bir şey… Âdetâ yapayalnızım, boşlukta ve âdetâ etrafımdakilerden başka bir dünyadayım. 

İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim; ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim. İnsan diye emek verdiklerimin hemen hepsi de ruh ve mânâ mefhumuna yabancı, menfaat kölesi birtakım haşerelermiş.

Ahlâksızlığın ummanı olan Şark'ı, yaşadıkça çok daha iyi tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. 

Ah, 'Müslümanız' diyen şu insan yığını yok mu? İşte, onlar, Şark'ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. 

Müslümanlık, yani yaşanan şekliyle Müslümanlık, Şark'ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlâk; ne de Allah uzanır bunlara… 

Bunların önce her şeyi bırakıp, insanlık devrine girmeleri lâzım!


Paris-Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitiren ilk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, büyük İslâm düşünürü Nurettin Topçu'nun, 1965'de, 56 yaşındayken, öğrencisi Prof. Dr. Mehmet Orhan Okay'a yazdığı kahır dolu mektuptan…

* * *

Travmatik ideolojik dönüşümler geçirmiş olan insanlar, kendilerine bu dönüşümün milâdı niteliğindeki olay ya da olaylar silsilesi sorulduğunda, genellikle net bir olaya, kesin bir tarihe işaret edemezler. Sadece, söz konusu dönüşümün yaşandığı bir zaman kesiti, bir süreçten söz açabilirler. 

Benim hayatımda ise bu durum epeyce bir farklı… Halk tâbiriyle "başımdan aşağıya bir kazan kaynar suyun dökülüp" de siyasal(laştırılmış) İslâm'ın hayatımı, hayatlarımızı nasıl sinsice çaldığını fark ettiğim, böylelikle de silkelenerek kendime geldiğim ilk dönüm noktası olayı daha dün gibi hatırlıyorum. Kahramanları ve tarihiyle birlikte…

2013 ilkbaharı… Ondan 6-7 ay kadar öncesinde, 10 yılı aşkın bir süre deliler gibi çalışıp emek verdiğim, özellikle de "sinema yazarlığı" alanında yeni bir dil kurup, bu dili seven ve takip eden geniş bir sosyal topluluk oluşturduğum gazetemden istifa etmişim.

O istifa kararı, zâhiren, Türkiye'deki en kötü personel istihdam geleneklerinden birine sahip mezkur medya grubuna yönelik bir tepki olmakla birlikte, gerçekte, bir alt katmanında, iyice yorgun durumdaki ruhumun, gırtlağıma kadar içine battığım partizan "siyasal İslâmcılık" illetine verdiği ilk tepkilerden biriydi.

Fakat, isyanımı kamuoyuna bu cephesiyle aktarabilmek, hele de o günlerin konjonktüründe o kadar kolay olmadığından, ben de istifam sonrası yaptığım kamuoyu açıklamasında kestirme yolu seçerek, herkesin anlayacağı ortak bir dil, yani "ekonomik sıkıntılar" üzerinden ilerleyecektim.

İşte, "Aylardır, yıllardır düzenli maaş alamıyoruz" dedim, "Sigorta primlerimiz tırpanlanıyor, primler gerçek maaşlarımızın çok altında yatırılıyor" dedim, sürekli şık ortamlarda fink atmak zorunda kalan tanınmış bir sinema yazarı olarak bir sanatçıyı ziyarete giderken bile yönetim tarafından bir buket çiçek alamaz durumda bırakıldığımdan söz ettim. 

Açıklama "Biz bu gazetede aylardır, yıllardır sürünüyoruz, yönetim bize maaşımızı doğru düzgün ödemiyor" düzleminde yapılınca, denileni herkes kolayca anlıyordu ne de olsa…

Sıraladığım gerekçelerin hepsi dibine kadar doğruydu. Lâkin, istifamın birincil sebebi, istifa mesajımda sıraladığım gerekçeler değildi. Derinlerdeki asıl derdim, bundan çok daha büyük ve kanamalıydı. 


Gazeteci milletinin bir mensubu olarak, açlığa da belli bir yere kadar tahammül edebilirdim. Ne de olsa bizim mesleğin hikâyesi ezelden beri böyle yazılmıştı. Âhir zamanın iktidara yamanmış omurgasız ve yeteneksiz fırıldakları için değilse bile, en azından onurlu gazeteciler için…

Öyle ki, yaptığımız iş, mizah dergilerindeki karikatürlerde dahi onlarca yıl boyunca "öğlenleri çay ve simit yiyerek idare eden muhabir" çizimleriyle tasvir edilegelmişti. 

O yüzden, temel sorun para pul değildi. 2000-2005 döneminde, Selahattin Sadıkoğlu ustamızın genel yayın yönetmenliğinde, Türkiye'nin en saygın, en tarafsız, en ilkeli fikir gazetelerinden birine dönüşmüş, başı siyasal sistemle derde giren her seçkin kalem erbabı için güvenli bir sığınak görevi üstlenmiş, en önemlisi de yıllarca hiç kimseye eyvallahı olmamış sevgili gazetem, Sadıkoğlu sonrası genel yayın yönetmenlerinin ellerinde ise gayet kararlı ve sistematik bir biçimde "AKP'nin Pravda'sı"na dönüştürülmekteydi. 

Bu, hiç kuşkusuz ki belli bir noktadan sonra genel yayın yönetmenlerinin inisiyatifini de aşan, büyük ölçüde ticaret erbabı patronların taleplerinden kaynaklanan bir durumdu.

Yayıncılık işleri, uzun ticarî serüvenlerinde zurnanın son deliği gibi kalan bu Karadenizli grup, gazeteyi 1990'ların ortalarında başka bir şirketten devraldıktan sonra, ilk 7-8 yıl haricinde sürekli olarak ticarî faaliyetlerinin yancısı, kimi zaman da tetikçisi kimliğinde kullanagelmişti.

Nitekim, sonradan küresel ölçekte tanınmış bir Arap yayın grubuna -bilenlerin çok iyi bildiği entrikalar eşliğinde- satışı yapılmaya çalışılan, ama sahip olunan frekans ülke çapında bir karasal yayını içermediğinden dolayı elde patlayan -aynı holdinge ait- bölgesel televizyon kanalı da medyayı ticarî faaliyetlerinde bir güç/aba altından sopa gösterme unsuru olarak kullanma amacının beyazcamdaki uzantısı olarak işlev görecekti.


Velhasıl, beni, Ekim-2012'deki olaylı istifamla birlikte, bizim sektörün din tüccarı kesiminde tepeden tırnağa kinle bezeli bir ekonomik aforoza tâbî tuttular.

Öteki cephe deseniz, orada da zaten geçmiş siyasal angajmanlarım nedeniyle ölesiye nefret edilen "gerici bir faşist"tim; dolayısıyla merkez ya da sol medyada da yeni bir başlangıç şansı yakalayabilmem mümkün değildi.

Ki bu durum, bütün ömrünü siyasal İslâm medyasına cömertçe sunmuş gazetecilerin değişmez bir kaderidir.  


Velhasıl, iş yok güç yok, bizi yolda gören eski dostlarımız cüzzamlı görmüş gibi uzaklaşıyor, evde ise bebeler yemek bekliyor.

İstifamdan sonraki ilk Ramazan'da, 30 küsur yıllık Müslüman bir gazeteci ve ellilerine merdiven dayamış bir aile babası olarak, çoğu gün iftar vaktinde sofraya doğru düzgün bir yemek koyamadığımı acı içinde hatırlarım. 

Allah'tan ki, henüz çok gençken ileride böyle çalkantılı bir meslek hayatı yaşayacağımı öngörmüş ve her parmağıma ayrı bir meslek dalı kondurmuştum.

Piyasayı bir süre taradıktan sonra baktım ki medya sektöründe bana en azından uzunca bir süre ekmek yok, ben de bunun üzerine tanıtım ve reklam filmleri yönetmenliğine başladım.

Çoğunlukla özel sektör firmalarına yıldönümü, motivasyon ya da prestij filmleri hazırlamaktaydım. Siyasal ambargolu olduğum için AKP'li kamu kurumları, valilikler ve belediyelerden pek nadiren iş çıkıyordu.

Lanetlenmiş adım, bu iktidar ve yandaşlarının kara kaplı defterine altın varakla nakşedilmişti. Eğer ki bir dizi tesadüfle ya da Allah'ın yetkililerin ayaklarını birbirine dolaması sayesinde ufak çaplı bir film yapım işi gelmişse, o deftere doğru düzgün bakılmadığını, bakılsa bile adımın bir şekilde gözden kaçırıldığını anlıyordum ben de…

O sırada, yani 2013 ilkbaharında gelen işlerden biri de yine bu minvâldeydi. Ülkemizde artık siyasal İslâm'ın kalesine dönüşmüş durumdaki pek şâşâlı bir derneğin tanıtım filmi… 

Tüzüğüne göre, dinsel müfredatlı liselerden mezun öğrencilerin birliğini, dirliğini, beraberliğini koruyup kollamak amacıyla kurulduğu varsayılan bu dernek, bilhassa AKP döneminde artık bütünüyle TBMM'ye milletvekili, oradan da hükûmete bakan ya da üst düzey bürokrat olarak sıçramayı kafasına koymuş hırs küpü taşralı siyasal İslâmcıların saha kenarındaki ısınma bölgesiydi.

İlk siyasal eğitimlerini, bu pek popüler derneğin yönetimine girerek, günümüzde iyiden iyiye siyasallaşmış durumdaki o yapı içinde en az 3-5 yıl geçirmek suretiyle alan mevkî-makam heveslileri için, sonrasında (kendileri de o güzide topluluğun bir üyesi olan) Sayın Cumhurbaşkanı'nın radarına yakalanıp milletvekili adaylığına uzanmak, başka hiçbir seçenekte olmadığı kadar kolaylaşıyordu. 

Derken, o dönemde mezkur derneğin yönetiminde yer alan, şimdilerde kendisi de hayatın olağan akışı gereğince Ankara'nın en yüksek tepelerinde dolaşan bir dostumuz, gazetecilikteki acemilik yıllarında yanımda çalışmış, bana asistanlık yapmış bir beyefendi, yaklaşan kuruluş yıldönümü etkinlikleri için derneğin bir tanıtım filmine ihtiyacı olduğunu, bunu yapıp yapamayacağımı sordu.

Ardında 50'ye yakın tanıtım filmi bulunan bir sektör profesyoneli olarak, "Elbette ki yaparım" dedim ben de…

Neyse, oldukça mütevazı bir bütçeyle anlaştık, bunun karşılığında kameramanından seslendirme sanatçısına, o sınırlı bütçeye göre gayet yüksek standartlarda bir yapım ekibi oluşturdum.

Günü geldiğinde de derneğin (AKP döneminde diğer pek çok yandaş vakıf ve derneğe yapıldığı gibi, onlara tahsis edilmiş tarihî bir medrese binasındaki) genel merkezinde çekim çalışmalarına başladık.

Son model kameralar, spotlar, geniş plan hava çekimleri yapmak için dronlar, kamera vinçleri, en az bir düzine teknik görevli…

Tam kadro ve ekipmanla avlusuna çöktüğümüz bu tarihî binanın içinde ve dışında, birkaç gün üst üste, sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar çekim yapmayı sürdürdük.

Bu arada, tarihini önceden denk getirdiğimiz yönetim kurulu toplantıları falan oluyor, onları da girip görüntülüyorduk. Öte yandan, belli saatlerde üyelere yönelik kurslar düzenleniyor, ikinci bir ekiple, öğrencilerin katıldığı bu kursları da çekiyorduk.

Sanırım, çekimlerin üçüncü günüydü. Yorucu çalışma saatlerinden sonra bir çay ve sigara içmek için avludaki tarihî taşlardan birine oturduğumda, o tanıtım filmi işini almamıza vesile olan dönemin dernek yöneticisi, benim eski çırağım, siyasal tarihçemde kesin ve net bir kırılmayı simgeleyen şu unutulmaz sözleri söyleyecekti bana:

Sizleri günlerdir çekim yaparken izliyorum ve sinemanın ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Diğer yandan da, bu sektörde Müslümanların bulunmasının ne kadar hayatî öneme sahip olduğunu daha bir derinlemesine fark ettim. Geçen gün diğer dernek yöneticilerine de aynı şeyleri söyledim, bundan böyle derneğimize bağlı bütün öğrencilere de aynı konuyu sık sık hatırlatacağım. 

Bu tür işleri sonsuza kadar dışa, 'yabancılara' bağımlı olarak yürütemeyiz. Ne yapıp edip, bundan sonraki dönemde Müslüman film yönetmenleri ve sinema yazarları yetiştirmemiz şarttır. Müslümanlar sinemada mutlaka var olmalı. Böyle ince işçilik gerektiren spesifik alanlarda hep 'başkalarına' muhtacız, mahkûmuz. Bu böyle olmaz, bu işleri de 'bizden çocuklar' yapmalı artık…


İlk anda kulağa pek masum ve de haklı gelen, lâkin hemen ardında gayet rahatsız edici bir gizli ajandası bulunduğunu sezinlediğim o sözleri dinlerken elimde bir çay bardağı vardı ve o bardağın içindeki sıcak çay, söz konusu cümleleri duymamla birlikte, saniyeler içinde buz kesti.

Yanımda oturup, pek uhrevî laflar ediyormuşçasına ufka doğru buğulu bir sesle konuşan muhatabıma döndüm ve "Kardeş" dedim, "Çok eski ve güzel bir halk deyişi vardır. 'Merd-i kıpti secaat arz ederken sirkatin söylermiş.' Sen de kendince bir doğruyu dile getirirken, farkında olarak ya da olmayarak ortalığı kırıp döktün. Biraz ayıp etmiyor musun bu sözlerinle?"

Kardeşimiz, tam olarak ne dediğinin hâlâ farkında değildi. "Ben ne dedim ki ağabey?" diyerek şaşkın şaşkın gözlerimin içine baktı.

"Söylediğinden daha da kötüsü bu ya zaten, ne dediğini bilmemen, ağzından çıkanın farkında bile olmaman…

Kardeşim, İslâmî medyada ilk imzalı yazısı 1986 yılında yayımlanmış, o tarihten bu yana yurdun dört bir köşesinde dindar gençlere özelde sinemanın, genelde de sanatın değeri, önemi ve kemâle ermiş bir toplum için kaçınılmazlığı üzerine yüzlerce ücretsiz seminer vermiş, yine İslâmî mahallede 40'ın üzerinde kısa film ve belgesel film festivali organize edip onlarda jüri başkanlığı, jüri üyeliği ve yöneticilik yapmış, son 10 yıl boyunca da muhafazakâr cenahın fikrî kalelerinden olan bir gazetede kültür-sanat sayfasından bağımsız bir sinema sayfası kurmuş, o sayfayı yıllar yılı başarıyla yönetmiş, orada yazdığı heyecan ve coşku dolu, birbirinden iddialı yazılarla kıyametleri koparmış, bir sürü ödüller, takdirnameler kazanmış olan ben, senin bu dar bakış açına göre, bir Hristiyan evladı mı sayılmalıyım? Budist ya da Hindu muyum? 

Benim, ta 1980'lerin ortalarından bu yana, mütedeyyin mahallenin çilekeş bir çocuğu olarak bu mahalleye kültürel-sanatsal alanda kazandırdıklarımı neden bir an bile kazanç hanesinde göremiyorsun?

Seninle benim aramızdaki farklılık ya da bariyer nedir? İkimiz de inanmış Müslümanlarız ve samimiyetle ulvî bir amaca hizmet ediyoruz.

'Bizim mahalleye ne yapıp edip usta bir sinema yazarı ve film yönetmeni kazandırmalıyız' da ne demektir? O hâlde, ben kimim, hangi tarafın çocuğuyum sana göre?

Ben bu hayatta yıllar yılı kimler için onca sert siyasal ve fikrî mücadeleye girdim? Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden, Sinema Yazarları Derneği'nden, ağırlığını uç sol-azılı din düşmanı çevrelerin oluşturduğu koca bir sinema piyasasının yüzde 90'ından 'faşist', 'gerici', 'dinci' şeklindeki aşağılamalarla aforoz edilirken, bu piyasanın en tecrübeli sinema yazarlarından biri olarak dahil olduğum ahlakî-sanatsal tartışmalarda sırf savunduğum ortak değerlerimiz nedeniyle egemenlerden zombi muamelesi görürken, bütün o kahrı, çileyi, maddî ve manevî acıları kimler için çektim?

Bu ne kadar haddini bilmez bir özlemdir! Evlat, haberin olsun ki İslâmî kesimin gayet usta bir sinema yazarı var. Dahası, birkaç tane var. 30 küsur yıllık gazetecilik ve yazarlık geçmişimle ben varım.

Dahası, İhsan Kabil gibi, benden de kıdemli, son derece seçkin bir isim var. Tek tek hatırlayıp sayarsam, rahatlıkla bir düzine isme ulaşırım. Durum böyleyken, sen sanki henüz üzerine tek damla su düşmemiş bir çöl toprağında hüzünle konuşuyor gibi konuşamazsın!

Bu 'ötekileştirici' retorik, bizlerin Türkiye'de sanatsal hegemonyaya karşı verilmiş bunca yıllık emeklerini de külliyen yok saymaktır! 

Senin bu noktaya söyleyebileceğin tek anlamlı söz, sanat alanında donanımlı kalemler olarak sayımızın daha da artmasını dilemek olabilir. Ama sen ise mevcut olanı daha da geliştirmekten değil, sana göre tam bir 'hiçlik manzarası'nda öncü kalemler yetiştirmekten söz ediyorsun!"


Yaptığım sert çıkış üzerine; muhatabım kendisini -kendince- toparlayacak ve o ünlü "merd-i kıpti" deyişini iyice doğrulamak istercesine, ikinci hamlesinde bu kez tam sıvayıp batıracaktı:

Ağabey, sen beni yanlış anladın. Benim kastım imam-hatipli sinema yazarları ve sinemacılar yetişmesi… Evet, sen varsın, İhsan ağabey var, daha birkaç dindar yazarımız var. Fakat, sizler hepiniz klasik liselerden geliyorsunuz.

Benim için, bizim için, derneğimiz için asıl büyük çıkış, asıl önemli başarı, her mesleğin zirvelerinde mutlaka imam-hatiplilerin yer alması… Biz yıllardır bunun ezikliğini ve eksikliğini çekiyoruz. Sizler, tamam kabul, dindar kişilersiniz, lâkin biz bu işin tam bir doyum noktasına erebilmesi için her meslek grubunda mutlaka bizden birilerini görmek istiyoruz.


O tanıtım filmini, o tarihî yapıda iki gün daha geçirerek itinâyla çektim, sonra seslendirme metnini aynı itinâyla yazdım, daha sonra o metni Türkiye'nin en iyi seslendirme sanatçılarından Cahit Şaher'e seslendirttim.

Ki Şaher, o tarihlerde İslâmî kesimde belgesel-tanıtım filmi yapanların hem yüksek kaşe ücreti, hem de azametinden dolayı yanına bile yanaşamadıkları, Türkiye'de "Loreal Kozmetik"in, Uğur Dündar'ın "Arena" programlarının, irili ufaklı düzinelerce lider ticarî markanın reklam sesi olarak tanınmış gerçek bir ustaydı. 

Velhasıl, yaklaşık 20 dakikalık o filmi, son aşamada da her karesine özenerek kurguladım ve siparişi veren derneğe teslim ettim. 

Ama o konuşmanın geçtiği gün, vaktiyle henüz İletişim Fakültesi'ne devam eden bir çömez iken Millî Gazete koridorlarında "Ağabey ben burada oraya buraya faks çeken ayakçı bir eleman olarak kalmak istemiyorum, beni dış haberler servisinde yanına al, yetiştir, seni mahçup etmem" diyen, taşradan henüz bir-iki yıl önce İstanbul'a okumaya gelmiş genç bir adamın, beni paspasa çevirdiğini fark dahi edemeden 30 yılık emeklerimi bir dakikada hiç edişinden sonra, o dernek de o derneğin temsil ettiği "ortak" (!) değerler de benim açımdan artık bütünüyle sıfırlanmıştı.

Başlarken "mukaddes bir görev" olarak gördüğüm o film, bittiğinde ise benim için "bir an önce teslim edilmesi gereken ticarî bir iş"ti. 

"Vay be, demek ki bu elemanların bizim gibi klasik liselilere, kolejlilere, diğer meslek liselilere bakış açısı böyleyken böyleymiş" diyerek durumun farkına vardığım ve bunların domine ettiği muhafazakâr mahalleden gönlümün her hücresiyle soğuyuşunun milâdı, işte bu olaydır. 


Masonluk, rotaryenlik, lionsçuluk gibi oluşumları uzun yıllardan bu yana "her ferdinin kariyer yarışında eşit haklara sahip olacağı, bütünleşmiş bir Müslüman toplumun baş düşmanı" olarak tanımlayıp onlara lanetler yağdıran, böylesi örgütlenmelere üye olanları neredeyse "Deccal'in çocukları" olarak gören ve gösteren bizim al yanaklı imam-hatipli dâvâ arkadaşlarımızın (!), hepsinin değilse bile önemlice bir bölümünün hayattaki en büyük ideali, sözünü ettiğim o oluşumların mensuplarını devletin ve toplumun çeşitli katmanlarından sille tokat kovalayıp, boşalan koltuklara, aslında onlardan en ufak bir farkı bulunmayan "imam-hatip masonluğu" tarzı yeni bir yapılanma eşliğinde kurulmakmış meğerse…

Bu kariyer mücadelesinde liyâkatın ise en ufak bir değeri bile bulunmuyordu. Önemli olan tek şey, partizanlığın katı emir komuta zinciri içinde hareket edebilen itaatkâr birer imam-hatipli olabilmekti. 

Dâvâya geçmiş hizmetleri ne denli büyük olursa olsun, kendilerine yine de tam güvenilemeyecek bizim gibi "düz liseliler" ise "Âsım'ın nesli"nin seçkin birer üyesi olabilme şansını doğuştan kaçırmış durumdaki ümitsiz bedbahtlardı.

Onlardan ancak "geçiş dönemlerinin gelip geçici elemanları" olarak istifade edilebilirdi. 

Böylesine "yüksek bir ideal"in (!) emarelerini söz konusu sohbette ve ilerleyen zamanlarda konu hakkındaki kanaatimi iyice pekiştiren diğer birçok örnek olayda tekrar tekrar yakaladıktan sonra, gerçeğe bir uyandım, pir uyandım. 

Bir daha da beni hiç kimse uyutamayacaktı.

* * *

 
İslâm dininin küresel yayılımını büyük ölçüde tamamlayıp muhkem konuma geldiği çağlardan bu yana, Türkiye'de de dünyada da daima iki tür "Müslüman dindar" tipolojisi mevcut olageldi. 

"Tahkiken Müslüman olanlar" ve "takliden Müslüman olanlar"… 

Ki esasen bu, diğer her türlü etnik, mezhebî, kültürel ayrımın üstünde ve ötesinde, İslâm toplumlarındaki dindarlığın iç yapısını belirleyen çok temel bir ayrım noktasıdır

Bu bölümde, öncelikle "takliden Müslüman olanlar"ın "İslâm" adlı inanç sistemiyle tanışıp dindarlaşma dinamiklerine bir göz atacağız. 


Adam ya da kadın, taşrada bir yerlerde, yedi göbektir dindarlıkla yatıp kalkan, ailesinin bütün üyeleri günlük, aylık, yıllık dinsel ritüelleri hiç sektirmeden yerine getiren, Hacca ya da Umre'ye gidebilmek için gerekirse nikâh yüzüklerinin bozdurulup "kefen parası" diye saklanan kaynakların harcandığı, sakalsız adamların erkekliğinden, başörtüsüz kadınların kadınlığından kuşku duyulan bir ailede doğup büyümüş. 

Doğaldır ki, kahramanımız böyle bir akraba çevresinde, Cumhuriyet'in kurucu kadrosu ve temel değerleriyle de dünyaya gözünü açtığı ilk günden bu yana ölümüne kavgalı…

Onun evinde, "Atatürk" adı en galiz küfürleri savurmaya bahane olan bir çağrışım vesilesi, "cumhuriyet" ise hiç tartışmasız şekilde, doğrudan doğruya tağutun rejimi…

Çocukluğu da gençliği de derin Anadolu'nun Nuri Bilge Ceylan filmlerini andıran o boğucu tekdüzeliği ve bol sıkıntı yayıcı köy/kasaba ortamlarında gelip geçen eleman, "büyük şehirlerdeki öteki akranları gibi gâvurlaşmaması için", aile çevresinin tartışılmaz talep ve beklentilerine uygun bir şekilde, ilkokuldan itibaren yoğun bir dinsel eğitim görecektir.

Zorunlu biçimde devletin ilkokuluna teslim olunan, fakat mutlaka ona paralel bir de tarikat-cemaat eğitimi alınan yıllardan sonra, ortaokul çağına ulaşan bu kardeşimiz, varsa kendi bölgesinde, yoksa parasız yatılı okumak üzere başka şehirlerdeki bir imam-hatip ortaokuluna gönderilir. 


Anne ve babası en temel gereksinimleri dahi karşılayamayacak düzeyde yoksul ise çocuk o kurumun yetkililerine sadece orta dereceli eğitim görecek bir öğrenci olarak değil, eğitimin yanı sıra "yatağı ve yemeği de ücretsiz verilen bir kul" olarak, devâsâ bir minnet duygusu eşliğinde teslim edilir; ondan sonra da yıllarca ardı arkası sorulmaz.

Yeni ergenin bu aşamadan sonraki bütün fikriyat inşâsı, o öğrenci yurtlarına bilinçli bir şekilde yuvalanmış, çoğunluğu "Terminator" filminin çelik savaş robotu üretim tesislerinden çıkmışa benzeyen, kalpleri keskin bir Cumhuriyet nefretiyle kaplı ağabey ve ablalar tarafından gerçekleştirilecektir.

Üç aşağı beş yukarı aynı sosyo-ekonomik koşullardan gelen binlerce ürkek bakışlı çocuk, henüz 12-13 yaşlarında, kusursuz esneklikteki bir oyun hamuru formunda onların ellerine geçmiştir.

Derken, o münbit hammadde "militan İslâmcılık fabrikası"nın bir taraftaki giriş silindirinden içeri salınmaya başlanır. Lise son sınıfa gelinip de üniversite sınavlarına hazırlanılırken, başlangıçtaki ham malzeme artık bütünüyle biçimlendirilmiş ağızlara lâyık bir endüstriyel ürün olarak fabrikanın sonuncu silindirinden dışarı çıkıp sepete düşecektir. 

Özünde, tarihi boyunca -din de dahil- her konuda mûtedil, orta yolcu bir çizgiyi benimsemiş olan bu toprakların bütün kadim gelenekleri görenekleriyle, yanısıra da çağdaş devlet ve toplum değerleriyle sürekli çatışma durumunda, gözlerini "en yüksek medeniyet ideali" olarak bedevî çadırlarıyla kaplı çöl diyarlarının kabile esaslı yönetim düzenlerine dikmiş kavruk bir genç mücahit daha kutulanmaktadır fabrikanın paketleme servisinde…

Bu arada, "nefs terbiyesi" adı altında iyice olağan bir eğitim rutinine dönüşmüş bağırtı çağırtı, dayak, aşağılama, boş inançların, laf salatalarının, temelsiz söylentilerin "tartışması dahi yapılamaz mahiyetteki mukaddes bilgiler" diye dayatılması; yanı sıra karşı cinsi o körpe belleklerde gitgide şeytanlaştırma ve yine karşı cinse yönelik (resmen yabanîlik düzeyine ulaşmış) bir çekingenliği sürekli köpürtme, devleti düşmanlaştırma, orduyu düşmanlaştırma, farklı ırk, din ve mezheplerden yurttaşları şeytanlaştırma, küresel medeniyetin bugüne kadar ürettiği irili ufaklı bütün maddî ve mânevî değerlerin külliyen anlamsız olduğu düşüncesini ısrarla belletme gibi sistematik beyin yıkama operasyonları eşliğinde, ortaokul birinci sınıfa başlarken yoksul babası tarafından nizamiye kapısında "Eti sizin, kemiği bizim" denilerek o çarklara teslim edilmiş çocukta, özgür ruhlu, bağımsız kişilikli, soran, sorgulayan, gerektiğinde de otoriteye diklenebilen bir fıtrattan eser bırakılmamıştır. 

Bu fabrikanın işlenmiş mâmûlleri, daha yüksek bir eğitim görebilmeye uygun olup olmama kapasitelerine göre, kurşun askerlik biçimlendirilme serüvenlerine ya o noktada son verilip din tüccarı partilerin taşradaki kollarında "teşkilâtçı" yapılır ya da aslında hiç okumayıp akşamları kesekâğıdı yapmak üzere depoya kaldırdıkları parti gazetelerine abone edilmiş, onları masalarının üzerinde tutarak hemcinsleriyle haberleşmede gizli bir kod olarak kullanan takkeli birer kasaba esnafına dönüşürler.

Daha önce vurguladığım gibi, aralarından daha üst düzeyde eğitim görmeyi başarabilen pek azı da din tüccarlığı odaklı siyasetin parti kadrolarını beslemek üzere, sıraları geldikçe üçer-beşer Ankara'ya transfer edilir. 


Bu "eğitim" süreci, hem yürütücüleri, hem de rahle-i tedristen geçenler adına müthiş  bir başarı öyküsüdür. Çünkü dünya üzerinde başka hiçbir siyasal harekette "devlete düşman olmak", "orduya düşman olmak", "ülkenin kurucu kadrolarına düşman olmak", "ülkenin kurucu kadrolarının ülkeye yeni bir istikamet verirken yaptıkları devrimlere, aldıkları hayatî kararlara külliyen düşmak olmak", "İslâm coğrafyasının Sünnî cephesi dışında dünyanın geneline düşman olmak", "bilime ve sanata düşman olmak", "özgür düşünceye düşman olmak", "medeniyetin en temel ve açık ölçütlerine inatla karşı durup onları gâvurlaşma olarak nitelemek" gibi konu başlıklarında bu denli mükemmel biçimde standardize edilebilmiş, bütün üyeleri bir örnek giyimli radikal bir topluluğa dönüştürülmüş başka da hiçbir denek grubu bulamazsınız.

Ne SSCB'nin kuruluş deneyiminde, ne Kamboçya'nın Maocu Pol Pot döneminde, ne Küba'da Fidel Castro sosyalizminde, ne de Humeyni'nin İran devriminde…

Sözünü ettiğim üretim çarkları, Edirne'den Ardahan'a, konuştuğunda en sıradan günlük olaydan en karmaşık küresel meseleye kadar akla gelebilecek bütün konu başlıklarında aynı sığ, sloganik, irrasyonel ve rafine bilgiden özenle arındırılmış bir retoriği kendisine kılavuz edinen milyonlarca kişilik "itaate hazır bir kitle" doğurmaktadır.

Bu arada, fabrika, eskilerin ölümüyle oluşan eksilmeleri telafi edip, söz konusu kitleyi daha da kalabalıklaştırabilmek için üretimine kesintisiz biçimde devam edecektir. 


Gırtlağına kadar siyasal İslâmcı bir çevrede doğmuş bu tür adam ve kadınların, yaşadıkları toplumsal çevrenin hayattaki diğer bütün seçeneklere kapılarını sıkı sıkıya yapatmış olmasından dolayı, ömürleri boyunca ilerleyebilecekleri tek bir yön vardır.

O da aileden devralınan kılavuz haritaya bakarak, yine sınırları aile tarafından çizilmiş bir siyasî yolda ilerlemek…

Dindarlığın sağcılık, sağcılığın da dindarlık sanıldığı bu köreltici yol boyunca, farkında olmadan Batı güdümlü vahşi kapitalizme hizmet eden birer kurşun askere dönüşüp, bütün ömrünü bu uğurda tüketmek…


Söz konusu sosyolojik manzara, ta kapitalist sağcı siyaset ustası Adnan Menderes'in (o dönemin Amerikan istihbarat yetkililerinden gelen gayet akılcı tavsiyelerle) Anadolu dindarlığını üç-beş takdir toplayıcı çıkış gerçekleştirmek suretiyle avuçlarının içine alıp, sonraki 10 yıl boyunca domine etmesinden bu yana hiç değişmemiştir.

Daha sonra, aynı "mukaddes" görevi DP'den devralarak sürdüren Amerikan destekli diğer bütün sağ partiler de özellikle taşradaki insan malzemesi ihtiyaçlarını hep bu ortak malzeme deposundan karşılamışlardır. 

Hayatı boyunca dikkat çekici düzeyde bir dindarlığı gözlenmemiş olan Menderes, tam aksine, Fransa çizgisindeki sert laik/seküler CHP kadroları içinden yetişmiş, onlardan yegâne farkı ise Amerikan tipi bir serbest piyasa ekonomisini benimsemek olan pragmatist bir siyasetçiydi.

ABD istihbaratının yürüttüğü müthiş bir toplum mühendisliği operasyonuyla, büyük savaş sonrasında yeni yolunu arayan Türkiye'nin başına oturtulduğunda, Anadolu topraklarında nicedir sosyolojik sondajlar yapmakta olan CIA ajanları, ona, "Sayın Menderes, bu güzel ülkede eğer ki bir yarı-evliyaya dönüşmek istiyorsanız, âcilen yapmanız gereken iki önemli icraat var" tavsiyesinde bulunacaklardı.

Mayıs-1950'de, Atatürk'ün kültürel mirasını korumak için yırtınan ordunun tedirgin ve önyargılı bakışları altında kör topal bir "çok partili düzen siftahı" yapmış olan Menderes'in de o sıradaki en öncelikli ihtiyacı, kırılgan iktidarını en azından kamuoyu nezdinde muhkem kılabilmek, halktan yayılan bu güç dalgasıyla da orduyu frenleyebilmekti.

"Ne yapmam gerekiyor böyle bir kudret tahkimatı için?" diye sorduğunda, "Anadolu'yu yıllarca izledik, dinledik, ölçtük, biçtik. Tek parti döneminde, önce Atatürk, ardından da İnönü rejimlerinin dinsel simgeler ve ibadet pratiklerine yoğun müdahaleleri, inançlarına düşkün halkınızı hem yormuş, hem üzmüş, hem de derinlerde büyük bir öfke birikmesine yol açmış. O birikmiş öfkenin gerekçelerini ortadan kaldıran bir lidere dönüştüğünüz gün, siz artık bu ülkenin taçsız kralı olursunuz" denilecekti Menderes'e…


"Kırgın gönülleri en seri, en kestirme yoldan fethedebilmesi için" kültür ajanlarının Menderes'e sundukları en âcil iki tavsiye de ilk olarak "ezanı yeniden Arapça aslında okutmaya geri dönmesi", ikincisi ise "Anadolu halkının orta düzeyde eğitimli dindar insan beklentisine karşılık verecek imam-hatip okulları açılması"ydı.

Yıllarca itinâyla hazırlanarak o koltuğa oturtulmuş bulunan Menderes, hiç kuşkusuz ki aptal bir adam değildi. Böyle bir şeye kalkıştığında, kendisine zaten kuşkuyla bakan Atatürkçü Türk ordusunu nasıl frenleyeceğini sordu muhataplarına…

Onlar da "Ordunuzla Kore'de komünizme karşı birlikte çarpışıyoruz, dolayısıyla bütün generallerinizi, kurmay heyetinizi bire bir tanıyoruz" diyerek, şu cevabı vereceklerdi:

Onları biz iknâ edeceğiz. Ülkeniz pek yakında, yeni kurulacak NATO paktına girmek üzere… Türk Genelkurmayı da şu sıralarda bütünüyle bu hedefe kilitlenmiş durumda… O yüzden, hükûmetinize, alınan bazı ülke içi kararlar nedeniyle hemen hiç yüklenmeyeceklerdir, siz o konuda müsterih olun. Ordunuzun şu sıralarda bizden hibe yoluyla gelecek bütün silahlara, araç-gereçlere, bilgi birikimine şiddetle ihtiyacı var. Bunları ülkenize aktarırken, DP iktidarına dinî eğitim ve Arapça ezan gibi konularda bunaltıcı bir baskı yapmamaları için de bazı ön şartlar koyacağız. 


Amerikalı "toplum mühendisliği" ekibinin, 1923'den 1950'ye kadar süren CHP tek parti iktidarında, özellikle kantarın topuzunun -Anadolu'nun atmosferine göre- biraz fazla kaçtığı kimi katı laiklik uygulamalarından dolayı bunalmış durumdaki Türk toplumunu okuyuş biçimi hiç kuşkusuz ki son derece isabetliydi.

Okumayı da geçtim, resmen ciğerlerimizin röntgenini çekmişti adamlar… Tam da o sıralarda, yani "Küçük Amerika" olmaya hazırlanırken en çok nelere ihtiyacımız olduğunu pek iyi biliyorlardı.

"Ekonomik liberalizm/serbest piyasa ekonomisi" ve "Amerikan tipi gevşek bir laiklik/dinsel özgürlük ortamı"… Ki onların anladığı ve dayattığı anlamdaki bir dînî özgürlük, Anadolu'da yalnızca Müslüman dindarlara değil, ta Birinci Dünya Savaşı yıllarından, Başkan Woodrow Wilson döneminden bu yana çıkarları alttan alta korunup kollanmaya çalışılan Hristiyan ve Musevî azınlıklara da rahat bir nefes aldıracaktı.


Kendi özelinde dindarlıkla ilişkisi son derece bulanık olan Adnan Menderes, bu âcil tavsiyelere sadâkatle uydu ve her iki operasyon için de düğmeye bastı.

Ezan, uzun yıllar sonra, 16 Haziran 1950 tarihinde Anadolu topraklarında yeniden Arapça okunurken, ülkenin o günlerdeki siyasal gerginliği içinde, Türk ordusunun bizzat Atatürk tarafından tesis edilmiş bir uygulamanın rafa kaldırılışına yönelik sessizliği ise pek mânidardı.

Kimilerine göre kıyameti kopartacakmış gibi görünen bu eskiye dönüş, devletin silahlı güçleri cephesinde neredeyse yaprak bile titretmeden Türkiye'nin yeni gerçekliğine dönüşüverecekti. 

Amerikalılar sözlerini harfiyen tutmuşlardı. 

Kapalı kapılar ardında yürütülen bu -ince hesaplarla bezeli- süreci enine boyuna anlamak isteyenler, 1947-1950 yıllarında CIA örgütünü kurup ilk direktörlüğünü üstlenen emekli Tuğamiral Roscoe Henry Hillenkoetter'ın kim olduğunu ve daha önce Nisan-1946'da Türkiye'ye hangi özel görevle geldiğini bir zahmet araştırıversin. 


Diğer kültürel operasyonda, yani imam-hatip okullarının kuruluşunda ise üzerinde durulmaya çok daha fazla değecek türden bir idealizm ve samimiyetle karşılaşırız.

Bu samimiyetin baş rollerinde ise günümüzde de her fırsatta rahmetle andığım üç aziz adam, Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri, eğitimci Celâleddîn Ökten ve düşünür-yazar Nurettin Topçu bulunmaktadır. 

Menderes, buluttan nem kapan askerler câmiâsı ve seküler aydın takımını yerlerinde fazlaca hoplatmayacak, ama Anadolu'nun "dindar ortaokul mezunu" beklentisine de cevap verecek orta yolcu bir okul zincirinin temellerini atması için, bu görevi İleri'ye verecek, İleri ise işin teorisini kurup pratiğinin yolunu açmaları için organizasyonu Ökten ve Topçu'ya havale edecekti. 


Yazının girişinde sözünü ettiğim imam-hatip konulu belgesel filmin metin yazım hazırlıkları ve aynı konuda hayatım boyunca yaptığım daha bir sürü derin okumadan dolayı adım kadar emin olarak biliyorum ki, Celâleddîn Hoca, dâvâsında dibine kadar samimi, zihni çok açık, ufku ışıl ışıl aydınlık, bir ayağı geleneğe uzanmakla birlikte diğer ayağı ise günümüzün dünyasına sımsıkı basılı, çağdaş bir dindarlığa gönülden inanan dört dörtlük bir Müslüman aydındı.

Aynı şekilde, Fatih'deki ilk imam hatip okulunun temellerinin atılma sürecinde, müfredatı oluştururken sıklıkla entelektüel desteğini aldığı can dostu Nurettin Topçu da öyle…

Zaten bu iki "özel" ve "istisnai" adamın günümüze ulaşan fotoğraflarına baktığınızda bile, sert bakışlı iki taşra hacısı yerine, yüzlerinde hiç eksilmeyen bir tebessüm eşliğinde iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, beden dillerinden zarafet akan, kentli ve iyi eğitimli iki gerçek beyefendi görürsünüz.  

Kendisi de İTÜ mezunu çok başarılı bir inşaat mühendisi olan İleri, dostları Ökten ve Topçu'ya, iktidarın maksadını "ülkenin dînî bir eğitime susamışlığına cevap verecek, ama toplumu da sakat bir eğitimle yeniden gerilere sürüklemeyecek okullarda, gelenek ile gelecek arasında sağlıklı köprüler kurabilen, aydınlık zihinli, güleç yüzlü çocuklar yetiştirmek" olarak tanımlamıştı.

Bu olumlu çerçeve de zaten ne Ökten ne de Topçu için anlaşılamaz, ulaşılamaz ya da tutarsız hedefler değildi. 


Kendileri de Doğu ile Batı'nın sentezi konumundaki seçkin birer eğitimden gelen her iki aydın, nitelikli bir dînî eğitiminin yanı sıra, bünyesinde hem diğer sosyal bilimler, hem de fen bilimlerinin yer alacağı başarılı bir harman eşliğinde, deyim yerindeyse "mucize insanlar" yetiştirecek bir model okul kurabilme heyecanıyla gecelerini gündüzlerine kattılar.

Ökten bir ara bu okulların lise kısmını da kurmayı teklif etti, fakat projeyi koordine eden İleri ise "Şimdilik ordudan alınabilen icazet bu kadarla sınırlı, hele bununla bir başlayalım da sonrasında istim arkadan gelecektir. Elde var bir, elde var sıfırdan çok daha iyidir. Hep birlikte görelim bakalım, ilerleyen yıllar neler getirecek?" diyerek söz konusu talebi geri çevirecekti. 

Nihayet, Eylül-1951'den itibaren İstanbul-Fatih'teki ilk imam-hatip okulu eğitim-öğretime başladı. Sonrasında, zamanla diğerleri…

Hattâ, Ökten ve Topçu da bu okullarda vefatlarına kadar derslere girecekti. Ancak, imam-hatiplerin kurucu beyni olmuş Topçu gibi müstesnâ bir aydının imam-hatiplerde büyük bir tutkuyla "felsefe" derslerine girdiğini de itinâyla bir kenara not edin lütfen…

Bugünkü müfredatta mevcut olmayan ve katı Sünnî bakış tarafından alabildiğine lanetlenen felsefe derslerine…


Bakan da her iki kurmayı da herhangi bir münâzarada karşı karşıya geldiklerinde St. Benoit'lı, Robert Kolej'li, Alman, İtalyan ya da Avusturya Lise'li akranlarını bilginin bütün cephelerinde sarsabilecek kapasitede çocukların yetişeceği bir "imam-hatip ülküsü" eşliğinde çalıştılar, yaşadılar ve son nefeslerini de öyle verdiler.

O yüzden, bu konudaki asıl hesabı dindarlığa hizmet etmenin çok ötesinde, "siyasal bir tutunma çabası" olan Menderes'i bir kenara koyarak, İleri, Ökten ve Topçu ve adları daha geri planda kalmış bir avuç öncüyü bugün de sevgi, saygı, hayranlık ve rahmetle anıyorum.

Onlar iyi insanlardı. Niyetleri de son derece iyiydi. Türkiye'nin şiddetle ihtiyacı olan bir eğitim sentezini oluşturma yönünde samimiyetle mücadele etmişlerdi. 

Fakat, olmadı. Gerçek hayat bu yönde işlemedi. 


İmam-hatip projesinin yönetimi, bütün devlet projeleri gibi, kısa bir süre sonrasında bu üç idealist adamın yetki alanlarının sınırlarını aşacak ve onlarla aynı rafine hedefleri paylaşmayan, daha avam, daha sıradan, hem insanî hem de ilmî açıdan daha düşük kalibreli yönetim ekiplerinin ellerine geçecekti.

Her üçünün "Öyle müthiş çocuklar yetiştireceğiz ki her biri gururla Âsım'ın neslini temsil edecek" ön kabûlüyle yola çıktıkları bu okullar, bir süre sonra, sistemin klasik liseleri ya da diğer meslek okullarında gözlenen bütün defoları, yozlukları, yetersizlikleri kendi bünyelerinde de sergileyen alelâde birer eğitim kurumuna dönüşeceklerdi.

Dahası, bunlardan mezun olan gençlik tipolojisi ise toplumun yıllarca özlemle bekleyip sonunda da filizlenişlerini gıptayla izlediği birer "mucize çocuk" olmaktan ziyade, "beyinleri rasyonalite ile irrasyonalite arasında hoyratça gidip gelmekten dolayı aşureye dönmüş durumdaki bir topluluk" görünümündeydi. 


Celaleddin Ökten Hoca, 79 yıllık ömründe bir eğitimci olarak elde ettiği diğer başarılara ek olarak, imam-hatipleri kurmasıyla da zâhiren bir zafer kazanmış gibi görünmekle birlikte, 1961'de vefat ederken, elleriyle bakıp büyüttüğü yavrusunun henüz onuncu yılı devirirken aldığı şekil şemâl nedeniyle bu dünyadan hiç de öyle aman aman mutlu ayrılmadı.

Bir diğer teorisyen, Nurettin Topçu'nun ise hoşnutsuzluk duymak bir yana, olumlu başlayan gidişâtın sonradan aldığı tuhaf görünümden dolayı resmen kahrından öldüğünü bile söyleyebiliriz.

En sevdiği öğrencilerinden biri olan merhum Prof. Dr. Mehmet Orhan Okay'a daha 1965 yılında yazdığı mektup ve yanı sıra hayatı boyunca kendisini hiç yalnız bırakmayan çekirdek bir öğrenci kitlesiyle yaptığı özel sohbetlerdeki "Ne umduk, ne bulduk" mealindeki şikayetleri, yazdığı eleştirel yazılar ve yaptığı sitem dolu konuşmalar, onu ve hayat çizgisini yakından tanıyan herkesin mâlûmudur.

Ki zaten fikriyatında "toplumculuk" yaklaşımını kastetmek üzere Fransızca'dan ödünç alarak son derece masum bir niyetle kullanageldiği "sosyalizm" tâbirinin köşeli softa çevrelerde ilk duyulmasından itibaren, aralarında Necip Fazıl Kısakürek gibi "ağır" isimlerin de yer aldığı hatırı sayılır bir muhafazakâr çevre tarafından, bırakınız bir İslâm düşünürü olarak addedilmeyi, düpedüz "Müslümanların arasına sızmış gizli kızıl bir hain", bir "fitne kaynağı" olarak tanımlanır olmasından dolayı, ömrünün son demlerinde iyice içine kapandı; onu ne pahasına olursa olsun terk etmeyen bir avuç eski öğrencisinin kollarında da son nefesini verdi.  


Sözün bu noktasında, ülkemizin tarihine şu önemli notu bir kez daha düşelim. 

Türkiye'de 1960'lı yılların ortalarında en şiddetli evresine giren "Müslümanlar-Siyasal İslâmcılar Savaşı"nda, savaşı Ökten ve Topçu gibi seçkin isimlerle temsil edilen "mûtedil Müslümanlar" değil, başkomutanlığını -bütün o gaza getirici retoriğiyle birlikte- Kısakürek gibi sonuç odaklı aydınların yaptığı "siyasal İslâmcılar cephesi" kazanmıştır.

Türkiye Müslümanlığı o tarihlerden bu yana da bir daha asla belini doğrultamadı.

Zamanı geriye alabileceğimiz bir yöntem olsaydı ve 1960'larda yolunu arayan o gençliği, merhum Kısakürek gibi kitleleri hayran olunası kalemiyle kolayca ateşleyebilen, ama onlara çok da somut ve rasyonel bir koşu istikameti gösteremeyen retorik ustası aydınların değil, Topçu gibi sakin, yumuşak dilli, Batı'yı ve Batı'nın bilimsel-fikrî birikimlerini büsbütün dışlamayan mûtedil, soğukkanlı aydınların ardına takmayı başarabilseydik, günümüz Türkiye'sinde hiç kuşkusuz ki bambaşka bir dindar gençlik ve çok daha yüksek çıtalı bir dindarlıktan söz ediyor olacaktık.  


Velhasıl, konumuza tekrar dönersek… 

Büyük bir iyi niyetle kurulan imam-hatipler, sadece 10-15 yıl içinde sağlarından sollarından cıvata attırmaya başlayarak, bilim, sanat, felsefe, özetle çağdaş dünyadaki her türlü üretim ve insan ilişkisiyle şiddetli bir çatışma içinde kurumlara dönüşecekti.

Menderes sonrası dönemde, özellikle Adalet Partisi iktidarlarında, her şeyin ılımanını pek seven Süleyman Demirel'in "Amerikan hayranı bir sağcılıkla iyiden iyiye eklemlenmiş dindarlar" yetiştiren bu okulları Anadolu'daki gelenekçi muhafazakâr kitlenin gönlünü kazanabileceği birer oy deposu olarak görüp rekor düzeyde benzerini açmasıyla, imam-hatipler ülkede egemen olan ana müfredatın hemen yanı başında ikincil bir başvuru adresine dönüşecekti.

Fakat, o ana nehrin eksik ve gediklerini başarıyla tamamlar nitelikte sağlıklı bir ikinci seçenek değil, eğitim tavrı olarak bambaşka bir kanaldan ilerleyen, müfredatında bütünüyle kendi borusunu öttüren, yazılı/resmî ders programlarında her ne kadar felsefe ve sanat belli ölçüde yer alsa bile sınıflardaki pratik uygulamalarda bunları kolayca çiğneyip geçebilen vasat ve vasat altı bir öğretmen kitlesiyle kuşatılmış, bilimsellik ve çağdaşlık gibi olgulara öfkeyle bakan okullar olarak…


(Bu dosya, bir sonraki yazımızda kaldığı yerden devam edecektir.)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU