Çocukların kanına bulanmış bir tarihin romanları: "Arap Baharı"

Hikâyesi bilinmeyen ve haberlerde ancak belli bir çoğunluğa eriştiğinde bir istatistik değeri yakalayan tüm bu trajedileri hissedebilmenin ve anlayabilmenin yolu konuyla ilgili romanları okumaktan geçiyor

Fotoğraf: Reuters

"Arap Baharı" olarak bilinen halk ayaklanması hakkında birçok çalışma yapıldı. Konu ele alınırken çoğunlukla siyasi nedenleri ve sonuçlarıyla irdelenip tartışıldı. 

Oysa süreci yaşayan kişileri daha iyi anlamamıza katkı sağlayacak 'edebiyat ve sanatta Arap Baharı etkisi' üzerine elimizde yeterli kaynak ya da araştırma bulunmamaktadır. 

Kaynakların yetersizliğine rağmen; Reşat Ermiş'in "Arap Baharı ve Roman" çalışması buz gibi soğuk 'haber dilinin' bilgi bombardımanından okuyucuyu kurtararak Arap edebiyatının zengin kaynaklarına bir nebze de olsa yaklaştırıyor.

Ermiş'in seçtiği eserler ve detayları yakalamadaki parlak zekâsı sayesinde uçaklardan atılan bombalar yahut bir helikopterin tepesinden açılan ateş sonucu ölenlerin bir istatistikten ibaret olmadığını hissedebiliyorsunuz.

Çoğunun haber değeri dahi görmediği her ölümün aslında bir kıyamet olduğunu, evini terk eden mültecilerin turistik bir geziye çıkmadığını ve kaçarken bedenini kurtardığını; ama yüreğini arkasında bıraktığı gerçeğiyle okuyucuyu yüzleştiriyor.

Bir diktatöre başkaldırmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını ve o zalim yöneticilere sabretmenin dayanılabilecek bir durum olmadığını da okuyucu romanların dilinden duyuyor.


Korkunun Defterinden Yapraklar

Reşat Ermiş'in çalışmasında ele alınan ilk roman Tunuslu yazar Ebû Bekr el-'İyâdî'nin "Korkunun Defterinden Yapraklar" isimli eseri olarak karşımıza çıkıyor.

Roman; ülkesinden uzakta Fransa'da, yaşanan devrime tanık olan İlyadi'nin yaşadığı çaresizlik ve umudun hikâyesine odaklanır;

Olayları, bulvarda (Azîz Ebû Rgîbâ Bulvarında) bulunan protestocuların başına neler gelebileceklerinden korkarak, Paris sürgünümden izliyordum. Korkuyordum çünkü bu zorba (Zeynel Abidin Bin Ali), merhamet bilmeyen bir kasaptır. İnsanları katlederek kendisine bir tarih yazdı, kurbanlarının kanıyla bulanmış bir tarih, halkın barışçıl çocuklarının kanıyla bulanmış bir tarih.
 

zeynel bin abidin.jpg
Tunus'un devrik Devlet Başkanı Zeynelabidin bin Ali / Fotoğraf: AA


Romanda, Zeynel Abidin rejiminin Tunus'ta kan ve korku üzerine inşa ettiği iktidarının Tunuslular üzerindeki travması önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor:

...Ve böylece Zeynel Abidin bizleri bununla (korkuyla) yönetti, kendi yozlaşmış avanesini ve ailesini sırtımıza bindirdi. Onlar daha ilk dalgayla berhava oldu, kumdan putlarmış, başkası da değiller.



Polis mi? İşte o Zo'bo'dur (öcü, gül yabani). Onların ülke yönetmekten anladığı tek şey: şu veya bu çukura düşürmek üzere vatandaşı izleyip sinsice dinlemek ve pusuda beklemektir. Birisinin ihbar çukuruna… Diz çökmenin ve ezilmenin çukuruna... Onlar (polis) için, tüm bir halk şartlı tahliyede, tüm bir halk hüküm giymiş ve ne zaman hapse iade edileceği bilinmez.



Siyasî polis, büyük küçük, kadın erkek ayırt etmeksizin insanları tutukluyor ve onlara çirkin metotlarını uyguluyor; deri yakma, tırnak sökme, tecavüz. İktidar partisinin milisleri morgları basarak cesetleri çalıyor, cinayet delillerini karartmak için onları derelere ve toplu mezarlara atıyor.

(el – İlyadi'nin - Korkunun Defterinden Yapraklar)


Tunus'ta korku duvarını yıkmak üzere kalabalıklar harekete geçtiğinde, rejimin kontrolündeki medyanın tavrı ise olaylara evvela kayıtsızlıktır.

Halkın protestolardaki ciddiyetinin anlaşılmasından sonra ise medyadaki kayıtsızlık yerini rejim borazanlığına terk edecektir. 

İlyadi ise ayrıntıları, okuyucuya kendi tecrübesinden hareketle şu sözlerle aktaracaktır:

el-Jazeera kanalını açtığımda, olay haberi, kanalın haber bültenlerinin en başında sürekli yer alırken 'Tunus 7' kanalı -bundan önce altı tane kanalımız yok ki yedi olsun!- kısır tartışma ve saçma sapan eğlence programlarını sunmaya devam ediyordu. Artık her akşam işten döndüğüm saatten gece geç saatlere kadar el-Jazeera kanalını izlemek benim alışkanlığım oldu.


Zeynel Abidin rejiminde kuruluş amacı esasen Tunus'un uluslararası arenadaki imajını düzeltmek olan Dış İletişim Ajansı'nın ülkedeki medyaya uyguladığı sansür ise büyük bir incelikle ele alınıyor:

Dış İletişim Ajansı'nı duymuşsundur… Tunus'un dışarıdaki imajını parlatmak için görevlendirilen ajans. Bu ajans, gazeteciler arasında 'Ob'ob (sinsice gizlenmiş kötü niyetli şey) diye bilinen sarayın en sinsi ve kurnaz müsteşarlarının nüfuzu sayesinde, boyun eğmeyen gazeteleri susturan bir silah haline geldi.

Bu ajans, şöhreti dilediğine bahşeder ve hoşlanmadığından engeller ve yasaklar. Ajansı görmezden gelip hoşlanılmayan bir gazeteyle çalışanın vay haline. Kalanını düşünmek senin hayaline bırakıyorum; (çalıştığım) gazete bilinçli olarak dışlanarak rejimin her istediğini süslü gösteren ve hoşlanmadığını kötüleyen gazeteler daha fazla itibar gördü. Nihayet kendimi sokakta buldum.

 

Libya Arap Baharı.jpg
Fotoğraf: Reuters


'Katledilmiş Düşlerin Şövalyeleri' ve 'Güneşin Düşmanı'

"Arap Baharı" sürecinde en acılı coğrafyaların başında Libya gelmektedir. Kaddafi'nin sınır tanımayan zulmü ve tiranlığı 'Katledilmiş Düşlerin Şövalyeleri' ve 'Güneşin Düşmanı' romanlarıyla karşımıza çıkıyor.

İbrahim el-Kûnî'nin kaleme aldığı 'Katledilmiş Düşlerin Şövalyeleri' romanında Kaddafi'nin meşhur 'Yeşil Kitap'ına karşısında 'Gafir' karakterinin yaşadığı duygularla halkı devrime hazırlayan şartlar irdelenir;

'Bu müfredat gökten indirilmiş bir vahiy değildir!' diye neredeyse itiraz edecektim. Ancak bu dünyanın efendilerinin görüşlerinin, birçok kez, Kur'an'dan daha kutsal olduğunu hatırladım.


Faslı yazar er- Reyhani'nin yazdığı 'Güneşin Düşmanı' eserinde ise Kaddafi'nin demeçlerine ve kitabından alıntılara yer verilerek yaratılan korku iklimi daha da derinleştirilir.

Çizilen Kaddafi profili ise devrimcilerin devrik diktatörü algılayış biçimi hakkında önemli ipuçları sunmaktadır;

(Kaddafi): Otorite ve yönetim zorba üretir, bunun için işlevselliğin teminat altına alınması amacıyla yasamayı sizinle paylaşmayı uygun gördüm: Hâkimiyet size (halka), yönetim ise bana (lidere) ait olacaktır.

Aynı şekilde de serveti korumak ve kullanmak, israf ve savurganlığı artırır. Bunun için bu iki rolü sizinle paylaşmayı uygun gördüm. Serveti ve diğer tabii kaynakları siz koruyacaksınız, ben de bu serveti özgürce kullanma hakkını elimde tutacağım.

 

kaddafi.jpg
Muammer Kaddafi / Fotoğraf: Wikipedia


Oysa Kaddafi, Libya halkına kan, korku ve gözyaşından başka bir şey vermeyecektir;

(Kaddafi): Ben bir başkan değilim, ben bir devrim lideriyim. Benim makamım falan yok, bu yüzden istifa edemem. Ben devrimci bir savaşçıyım, son adamıma kadar devrimimi savunacağım. Benim tüfeğimden başka bir şeyim yok. Sizinle savaşacağım ve hepinizi öldüreceğim.

Libya'yı yakacağım ve kanlar deniz gibi olsa da kontrolü sağlayacağım. Sizler halka karşı komplo kuran kişilerisiniz, başkası değilsiniz. Komşularınız (komşu halklar) bugüne dek, tarihlerinin tüm merhaleleri boyunca herhangi bir devrim tanımadı.

Kaldı ki onların devrimleri, bir başkanı başka bir başkanla ve bir partiyi başka partiyle değiştirmek için gerçekleşmiştir… Buraya (Libya'ya) gelince, burada ne başkan ne de partiler var. Burada yönetim sadece halk elindedir. Halka karşı hiç kimse devrim yapamaz. Deli veya esrarkeş değilse kimse kendi kendine karşı ayaklanamaz.


Direniş sırasında Kaddafi'nin basına yaptığı demeçler kitapta işlenerek özgürlük arayışı karşısında direnişçilerin karşı karşıya olduğu iktidarın acımasızlığı tüm çıplaklığıyla ortaya konulmaktadır;

Bu gece evlerin mahremiyeti çiğnenecektir… Bu gece sefere çıkma gecesidir… Her yere: sokak sokak, ev ev, oda oda, tek tek! Bu gece size karşı sefer gecesidir ey lağım fareleri! Sizi tek tek yakalayacağız! Lağım fareleri saklansın! Yandaşlar caddelerde oynayıp şarkı söylesin ve hazır olsun! Lağım farelerini öldürmeye, karınlarını deşmeye, ölülerini yakmaya hazırlansınlar! Bu bir seferdir! Zafere kadar…
 

kaddafi yeşil kitap.jpg
Kaddafi'den sonra Kaddafi'nin Yeşil Kitap'ı / Fotoğraf: Reuters


Yine Kaddafi'nin dilinden aktarılan 'Yeşil Kitap' trajedisi okuyucuyu bir Libyalı gibi hissetmeye zorlamaktadır;

Ey yüce halk! Halkların birliği, aralarındaki söylem birliğinden gelir. Bunun içindir ki abdest ve namazınızda, haccınızda, şehâdetinizde, ölümünüzde ve tekrar dirilişinizde size referans olacak bir kitabı hazırlamaya koyulmuştum son zamanlarda.

Bu durum, yurtdışından gelen tüm kitapların yasaklanmasını ve yurtiçinde basılan bütün kitapların gözetim altına alınmasını gerekli kılmıştır. Ülkenin her köşesinde serbestçe elden ele dolaşabilen tek kitap sadece Yeşil Kitap'tır. Bütün kitaplıklarda o bulunur, evlerde ve işyerlerinde, kaldırımlarda ve ovalarda, tepelerde ve dağlarda. Yalnızca o Yeşil Kitap ki, her yerde okunur ve anlatılır...

 


'Meryem'in Ayrılışı'

Suriyeli yazar Mahmud Hasan el-Casim'in kaleme aldığı 'Meryem'in Ayrılışı' eseri milyonlarca Suriyelinin kaderi haline gelen ilticanın acılarını küçük bir kız çocuğunun öyküsüyle okuyucuya aktarmaktadır.

Meryem karakterinin annesi olan Sara'nın kızına yazdığı mektup üzerine inşa edilen roman daha ilk sayfalarından itibaren yurtsuzluğun ve vatan hasretinin yıkıcılığını okurla buluşturarak hikâyeye başlar;

Bu hikâyeyi sana yazıyorum Meryem'im... Karnımda taşıdığım… Daha gün ışığına çıkmadan ruhumla kalbi atan Meryem'im…

Başımızdan geçenleri bilmen ve dürüstçe anlatman için bu hikâyeyi baştan sona kadar okuyacaksın… Rüyamda Mesih'in yüzünü gördüğümde, Hatice hala tespih ederken bana fısıldadığında ve baban dua ederek seslendiğinde çaresiz kaldım, kayboldum ve bana emrolunduğu gibi evin anahtarını sana bıraktım.

Evin anahtarı elinde, döneceksin bir gün Meryem'im… Emin, güçlü ve kutlu bir dönüşle döneceksin. Vatanın yaseminleriyle yıkanacaksın… Göçün ve kayboluşun zilletini gömeceksin ve güzelliğin tüm dünyaya ışıldayacaktır Meryem'im...


Kendisi de bir mülteci olacak olan Sara'nın Rakkalı sürgünlerle karşılaşması ve Suriyeli halkın alın yazısına dönüşecek ilticanın ağırlığı büyük bir ustalıkla işlenecektir;

Çatışmalardan kaçarak Rakka'ya gelenlerin sayısı arttıkça şehir kalabalıklaşmaya başladı. Şehre gelenlerin perişanlığı ve duyduğumuz haberler, onların neler yaşadığını anlamamıza yetti. Yüzleri faciayla acıyı, korkuyla kini, isyanla itirazı ve söyleyemediklerini anlatıyordu!

Gözümüz onları inceliyor, yüreğimiz ise sessizce acı çekiyordu. Herkese karşı temkinli davranıyorlar, insanların içine karışmaktan, onlarla muhatap olmaktan çekiniyorlardı! Kalabalıklardan ve tartışmalardan kaçıyorlardı. Her birisinin arkasında bıraktığı ve zorunlu sürgünündeki tedirginliğinin ve korkusunun sardığı bir sürü hikâye vardı.


Sara kısa süre sonra kendisi de bir mülteciye dönüşecektir. İnsan kaçakçılarıyla yaptığı anlaşma ve başından geçen korkunç felaketler bugün hala yaşanan sıradan olaylara dönüşmüş durumda. 

"Arap Baharı" sırasında ve sonrasında yaşanan savaşlarda milyonlarca insan öldü, hayatta kalmayı başaranlar ya ülkesini terk etti ya da yeni diktatörlerin esiri oldu.

Hikâyesi bilinmeyen ve haberlerde ancak belli bir çoğunluğa eriştiğinde bir istatistik değeri yakalayan tüm bu trajedileri hissedebilmenin ve anlayabilmenin yolu konuyla ilgili romanları okumaktan geçiyor. 

 

 

*Daha detaylı bir okuma için Reşat Ermiş'in "Arap Baharı ve Roman" çalışması ve Burak Kazan'ın "Ortadoğu'da Ulus-Devlet İnşası ve Arap Baharı: Suriye ve Tunus Karşılaştırması" çalışması incelenebilir.


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU