İslam ve devlet (5): Dört Halife döneminde yasama

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pinterest

İslam inancına göre yasama hakkı Allah'ındır. İnsan, toplum ve hayatla ilgili emir ve yasakları bizzat Allah belirler ve vahiy yoluyla, peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirir.

Bu konu tartışılmazdır ve "El hukmu lillah" ifadesi ile asırlardır ümmet içinde sloganlaştırılmıştır. Ancak esas tartışılması gereken konu, Allah'ın açık ve kesin hükümleri dışında kalan yasaların nasıl ve kimler tarafından belirleneceğidir.

Basit bir örnek verilecek olursa insanı sarhoş eden şarabın haram olduğu kesindir. Ancak esrar, eroin, kokain ve diğer benzer uyuşturucuların haramlığı kıyas yoluyla içtihatlar yapılarak kabul edilmiştir.

Bu uyuşturucuların haramlığı ile ilgili genelde bir ittifak varken, tütün ve nargile içilmesi ile ilgili hükümler tartışmalıdır.

Yasa koyma sadece bu gibi konularda değil, toplumun ihtiyacına göre tarım, ticaret, üretim, ithalat, ihracat... benzeri konularda da geçerlidir.

Maslahat olarak nitelendirilecek toplumun karşılaştığı tüm sorunlarla ilgili belli kanunlar çıkarılması gerekir. Onun için "Hüküm Allah'ındır" diyerek konu geçiştirilemez.

Kesin helal ve haramların dışında kamunun tüm ihtiyaçları ile ilgili yasalar çıkarılması bir zorunluluktur.

Günümüz demokrasilerinde "yasama" (kanun yapma yetkisi) parlamentolardadır.

Dört Halife döneminde ise "yasa koyma yetkisi", son karar verici olarak halifededir ve bu dönemde yasa yapma ile ilgili bir "Yasama Kurumu" (Meclis, şura, konsey...) bulunmamaktadır.

Halife, ortaya çıkan sorunlarla ilgili gerekli gördüğü kişilere danışarak konuyu müzakere eder ve son nokta koyucu olarak kararını verir ancak verdiği kararlar hakkında açık bir ayet ve hadis bulunan konularda söz konusu olan ayet ve hadislere aykırı olamaz.

Halife helali haram, haramı ise helal yapamaz.

Günümüzde de bu sorun devam etmektedir. Kamusal alanın düzenlenmesinde yapılacak tüm yasalar İslam'a göre referanslarını dinden almalıdır; ancak sorun bu referanslarla düzenlemeyi (yasa çıkarmayı) kimlerin ve hangi kurumların yapacağı ile ilgilidir.

Bir diğer cevaplandırılması gereken konu da bu kurumların nasıl belirleneceği, süreleri ve yetkilerinin neler olacağıdır.


Dört Halife döneminde yargı

Dört Halife döneminde yargıda da en üst merci ümmetin genelinde halife, bölgelerde ise halifenin temsilcileri olan valilerdir.

Kurumlaşmış bir adliye mekanizması yoktur. Herhangi bir konuda yargılamayı halife, valiler veya onların görevlendirdikleri yetkin kişiler (kadılar) gerekli gördükleri kişilere danışarak yaparlar.

Hz. Peygamber döneminde, Hz. Peygamber'in yargı işleriyle de görevlendirildiği Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerle açık bir şekilde beyan edilmiş,1 Resûl-i Ekrem de İslam'da ilk kadı sıfatıyla insanlar arasında meydana gelen birçok hukukî çekişmeyi karara bağlamış ve onun yargı kararları ayrı bir literatür oluşturacak bir yeküne ulaşmıştır. 2

Hz. Peygamber'in İslâm toplumunun genişlemesine ve görülecek davaların sayısındaki artışa paralel olarak Hz. Ömer, Amr bin Âs, Ukbe bin Âmir, Huzeyfe bin Yemân gibi sahâbîlere Medine'de yargı yetkisi verdiği, bazılarını cezaların infazına memur ettiği, Hicaz bölgesinde ve Güney Arabistan'da yeni fethedilen şehir ve bölgelere idarî işleri tedvir etmek üzere valiler tayin ettiği ve onlara yargı görevi de verdiği bilinmektedir.

Meselâ Muâz bin Cebel (Cened), Ali bin Ebû Tâlib (Yemen), Osman bin Ebü'l-Âs (Tâif), Muhâcir bin Ebû Ümeyye (San'a), Ziyâd bin Lebîd (Hadramut), Alâ bin Hadramî (Bahreyn) ve Attâb bin Esîd'i (Mekke) Medine dışına kadı veya vali unvanıyla göndermiş, ayrıca Ma'kıl bin Yesâr'ı Yemen'de kendi kavmi içinde, Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ı da Necran Hıristiyanları arasında meydana gelen davalara bakmakla görevlendirmiştir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Devletin teşkilatlanmasında önemli yapısal değişikliklerin olduğu Hz. Ömer devrinde, ülkenin fetihlerle genişleyip idarî ve kazâî işlerin çoğalmasının ardından; başta Medine olmak üzere Mısır, Irak ve Suriye bölgelerindeki şehirlere ayrıca kadılar tayin edildi.

Medine'de halife, vilâyetlerde valiler sınır ve cinayet davalarına bakarken kadılar sadece medenî davalarla ta'zîr cezası gerektiren davalara bakmakla yetkili kılındılar.

Bu dönemde kadıların faaliyeti bir yönüyle fetvaya benzediği için onlara müftü adı da verilmekteydi. Bu uygulama Hz. Osman ve Hz. Ali'nin hilâfetleri döneminde de sürdürüldü. 3

Burada esas tartşılan konu tayin edilen bu kadıların ne kadar bağımsız oldukları ve verdikleri kararların kesin olup olmadığı ile ilgilidir.

Hz. Ömer döneminin sonlarından sonra Emeviler döneminde de çok uzun yıllar kadılık görevinde bulunan Kadı Şüreyh, Hz. Ömer'le bir kişi arasındaki alacak davasında alacaklının talebi üzerine hakemlik yapmış ve Hz. Ömer'in aleyhine görüş belirtmiş, bu olaydaki tutumu halifenin dikkatini çekince onu Kûfe'ye kadı tayin etmiştir.

Hz. Osman döneminde de görevine devam eden Şüreyh'e Hz. Ali, Muâviye ile yaptığı savaşlar sırasında kadılık görevini sürdürmesini söylemiş, ancak Kûfe'ye gelince onu azletmişse de tayin ettiği kadıların yetersizliği sebebiyle birkaç ay sonra görevine iade etmiştir.

Kadı Şureyh, 683 yılında Abdullah bin Zübeyr'in Emevîler'e karşı ayaklanıp Hicaz ve Irak bölgelerini eline geçirmesinden sonra görevinde bırakıldıysa da fitne sırasında kadılık yapamayacağını söyleyerek istifa etti.

Şüreyh, verdiği kararlarla İslâm tarihinde adaletin sembollerinden biri haline gelmiştir. Hz. Ali'nin bizzat açtığı bir davada şahit olarak oğlu Hz. Hasan'ı göstermesini kabul etmemiş, başka şahit isteyince Hz. Ali'nin, Hasan ve Hüseyin'in cennetteki gençlerin efendisi olduğunu ifade eden hadisi hatırlatması da Şüreyh'i isteğinden vazgeçirmemiştir.

Bunun üzerine Hz. Ali onu azletmişse de daha sonra tekrar görevine getirip maaşını artırmış, hayatının sonlarında Kûfe âlimleriyle yaptığı bir toplantıda kendisine, "Sen Araplar'ın en iyi kadısısın 'yahut en iyi kadılarındansın" diyerek iltifatta bulunmuştur.

Şüreyh, bir kişiye kefil olan oğlu Abdullah'ı o kişinin kaçması üzerine hapsederek, hapishaneye kendisi yemek taşımış, hapsettiği bir suçlunun serbest bırakılması için haber gönderen valinin talebini geri çevirmiştir. 4

Tekrar tekrar belirtmek gerekirse işin can alıcı noktası yargının bağımsızlığının nereye kadar olduğudur.

Hz. Ali örneğinde olduğu gibi, halifenin kadıyı azil yetkisi vardır. Bu yetki olduktan sonra hukukun teminatı olarak sadece halifelerin iyi niyeti kalmaktadır.

Ebu Şureyh örneğinde, Hz. Ali'nin iyi niyeti ve vicdanı teminat olmuştur. Ancak Sünni İslam inancına göre Hz. Peygamber dışında hiç kimse hata ve günahtan münezzeh olmadığı (hatasız ve günahsız olmadığı) için halifeler de hata ve günah işleyebilir.

Sonuç olarak nihai kararı valiler veya en üst merci olarak halifeler verdikten sonra yargı bağımsızlığı tam olarak güvence altına alınamaz.

Bu duruma bir örnek vermek gerekirse önceki sayfalarda anlattığımız Hz. Ömer'in şehit edilmesi olayında, Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah'ın, katil Ebul Lulu'nun azmettiricileri ve işbirlikçileri oldukları gerekçesi ile katilin karısı (kızı diyenler de var), Müslüman olmuş ünlü Fars kumandanı Hürmüzan ve bir Hıristiyan köleyi öldürmesi karşısında Hz. Ali;

Soruşturma tamamlanmadan, işin aslı ve sorumluları tam olarak belirlenmeden ve ayrıca bu kişiler şeriata göre de yargılanmadan;

Ubeydullah'ın infaz yaparak suç işlediği gerekçesiyle kısas yoluyla öldürülmesini istemiş ancak Hz. Osman, Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah'ı affetmiştir.

Özetle kadı ve hâkimleri yöneticiler atadıktan ve Hz. Osman örneğinde olduğu gibi son kararı da yöneticiler verdikten sonra bağımsız bir yargıdan bahsedilemez.

Bu gibi konularda itiraz edilecek veya itirazları karara bağlayacak bir kurum da bulunmamaktadır.

Günümüz Müslüman aydınların üzerinde kafa yormaları ve cevap bulmaları gereken en önemli konulardan biri de budur.


Dört Halife döneminde yürütme ve şura

Dört Halife yönetiminde yürütmenin başı halifedir. Bölgelerde ise bu görev valilerindir. İhtiyaca göre kurumların oluşturulması ve tüm görevlendirmeler halifenin tasarrufundadır.

Halife, uygulamalarında yetkin arkadaşlarına danışır ve kararlarını ondan sonra verir.

Birçok ayet ve hadiste "Müslümanların işlerini müşavere ile (danışarak) yapmaları" tavsiye edilmiştir.

İslam'da 'Şura' ve 'Meşveret'in önemi bizzat ayet ve Hz. Muhammed'in hadisleri ile belirtilmiş ve Şura Suresi'nin 38. ayetinde müminlerin özellikleri belirtilirken "İşlerini birbirlerine danışarak yapmaları" da vurgulanmıştır.

Ayette "Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler" denilmektedir.

Bir başka ayette de Hz. Muhammed'e sahabileri ile istişare etmesi (dünya işlerinde) söylenmektedir:

Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla istişare et (şavir-hum). Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever. 5


Buradaki istişare Hz. Peygamber'e bir emirdir. Konuyla ilgili olanlarla müşavere edilmekte ama son kararı Resulullah vermektedir.

Bu konuyla ilgili Hz. Muhammed'den nakledilen birçok hadis de bulunmaktadır:

Sizden biriniz kardeşiyle istişare etmek isterse kardeşi görüşünü söyleyerek ona yol göstersin. 6 

 

Biliniz ki, Allah ve Resulü müşavereden herhalde müstağnidirler, fakat Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz. 7

 

İstişare yapan pişman olmaz, istihare yapan da ziyan etmez. 8


Halife, ordu kumandanlarının ve valilerin tayininde ikta arazilerinin tahsisinde veya istediklerine ihsanlarda bulunmada tek yetkilidir.

Halifelerin, Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi bir senatoları, sultanlarınki gibi sürekli görev yapan vezirleri veya günümüzdekine benzer bakanlar kurulu benzeri bir kabineleri yoktur.

Kurumlaşmış, yetki ve sorumlulukları belirlenmiş bir şura heyeti (Ehlül hal vel akd, meclis) de yoktur.

Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali birçok konuda fikir ve görüşlerine değer verdikleri sahabelere önem derecelerine göre (Aşarei mübeşşere, Bedir Ehli, Habeşistan'a hicret edenler, Uhud ve Hendek Savaşı'na katılanlar…) ve gerekli gördükleri hallerde danışmışlardır.

Ancak bu danışmaların kendileri açısından bir bağlayıcılığı yoktur.

Dolayısıyla Halife, istediği zaman ve istediği konularda danışır, istemediği zaman danışmaz. Yine aynı şekilde istediğine danışmakta, istemediğine ise danışmamakta serbesttir. Son kararı verme hakkı da halifenindir.

Günümüz şartlarında bu şekilde bir yönetim tarzı ve anlayışı ile toplumu yönetebilmek mümkün değildir.

İslami ilkeler sabit kalmak ve bu ilkelerin öz ve illeti korunmak şartıyla yetki ve sorumlulukları belirlenmiş kurumlar oluşturma zorunluluğu vardır.

 

 

Devam edeceğiz...

 

 

1. en-Nisâ 4/65, 105; el-Mâide 5/48
2. Müslim, “Aḳżıye”, 4; Ebû Dâvûd, “Aḳżıye”, 7; Tirmizî, “Aḥkâm”, 2
3. İslam Ansiklopedisi Kadılık maddesi
4. İslam Ansiklopedisi Kadı Şureyh maddesi
5. 3/Ali İmran, 159
6.  İbn Mace, Edeb, 37
7. Alûsî, Ruhu’l-Meâni
8. El-Heysemi, Mecmau’z-Zevaid


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU