Walter Benjamin ve düşünsel yolculuğu

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Frederic Pajak/The New York Times

Şiddetin olumluluğu

Walter Benjamin (1892-1940), Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'nın kaotik ikliminde, üstelik neredeyse bu kaostan sorumlu tutulan Yahudi halkına mensup birisi olarak, bu şiddet dolu güzergâhtan geçmenin yollarını ararken, ister istemez şiddet sorunu üzerine yoğunlaştırmıştır bakışını.

Karar, istisna, Marxizm, faşizm, şiddet, sanat, teoloji, ütopya, tarih ve toplumların değişimi üzerinde sürdürdüğü düşünsel çabasında, tüm bunların merkezinde şiddet sorunu yer alır.

Şiddetin olumsuzluğu kadar olumluluğu, dolayısıyla da mitik ve tanrısal güçler üzerinde, etrafındakilerden farklı bir düşünsel yolculuğa çıkar. 


İktidarın uyguladığı şiddeti, koruyucu ya da mitik bir şiddet olarak tanımlarken, mitik şiddete karşı, hak ve adaletin tecelli ettiği şiddet, yani "ilahi şiddet" ise kurucu bir şiddettir. 1

Tevrat ayetlerini, maddeci bir bakışın irfanının (mistik maddeciliğin) yenilenmiş yorumuyla okuyan Benjamin'e göre ilahi şiddet, kanlar dökmeksizin ortadan kaldıran ya da dönüştüren bir şiddettir.

Mitik şiddet yasakoyucuysa, ilahi şiddet yasayıkıcıdır; ilki sınırlar çiziyorsa, ikincisi sınırları ortadan kaldırıyordur; ilki suç ve öç getiriyorsa, ikincisi yalnızca kefaret ödemektedir; ilki tehdit ediyorsa, ikincisi saldırır; ilki kurban ister, ikincisi kurban kabul eder; ilki kanlıysa, ikincisi kan dökmeksizin ortadan kaldırır.


Ona göre Marx'ın "sınıfsız toplum"u, "bir imge, bir Mesih çağı analojisidir" 3. Mesih ise "yalnızca kefaretçi olarak değil, Deccal'i alt eden kişi olarak da gelir." 4

Kafka'nın kahramanları gibi "minör" seslenişleri olan bir dil, ezilenlerin tarihini göksel bir anlatıya çevirir. Tarihin bu dip ırmağı, cennetsi bir umut yaratarak akar hiçbir denize boğulmaksızın.

Rahmetin yerden yağdığı bir içkinlik hali, yarattığı o göksel imgelerle, yerel katmanları patlatan devrimci/ilahi şiddetin damarlarıdır. 


Dar kapının önündeki bekleyiş

Mesihçiliğin çarpık bir yorumuyla, avare bir biçimdeki bekleyişi özendirmenin yanında, bu gelişi çabuklaştırmak için kışkırtıcı girişimlerde bulunmak, yani Marxçılığı andıran bir tuhaflıkla ve sanki Tanrı'nın bakışı bizimkiyle örtüşmekteymiş gibi Mesih'in gelişi için Tanrı'yı zorlamak kadar, devrim için planlar ve eylemler yapmak da beyhudedir.

Zira hayat, asla mekanik bir süreç değildir. Tanrı'nın diriltici soluğu kadar devrim de hiç beklemediğimiz bir biçimde ve yerde zuhur eder; ya da tüm beklentileri boşa çıkaracak bir biçimde umutlarımız karşılıksız kalabilir.

Teknolojik ya da sınıfsal evrim ise, toplumsal değişimin bir güvencesi değildir. Tüm bunlara rağmen devrimci ya da mümin, her an kendisini bu "dar kapı"5dan geçecekmiş gibi hazır tutmalıdır. Yine de o kapı ne zaman ve kimin için açılacaktır, hiç belli değildir. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Kuşkusuz ki bu hazırlık maddi olduğu kadar manevi, devrimci olduğu kadar da onarıcı olmalıdır. Çünkü Benjamin'in Paul Klee'den mülhem "tarih meleği", "… orada kalmak, ölüleri diriltmek ve parçalanmış olan her şeyi bir bütünlüğe kavuşturmak" 6 istemekte, ama tutulduğu fırtına oluşturduğu yıkımla birlikte onu sürekli olarak sırtını döndüğü bir geleceğe doğru sürüklemektedir.

İlerletici fırtına (ilerlemenin mitselliği), yıkım getirmekte olan bir zorunluluk olarak, önlenemeyen gelecektir. Oysa bu çoğu zaman kılığını değiştirmiş bir yinelenmeden başka bir şey değildir. 


İlerlemenin "bir bütün olarak tarihsel akış" biçiminde tanımlanması ise "onu aydınlatıcı ve eleştirel işlevinden" yoksunlaştırır. Oysa "üretici güçlere yönelik Marksist güven bile ilerleme kavramını" bir esas haline getirirken, "doğaya egemen olma yolundaki ilerlemelerin karşısında toplumun giderek gerilemekte olduğu unutulmaktadır." 7 

Öyle ki kapitalizmin tapınakları olan fabrika (çalışmaları), Marxistler açısından bile siyasal bir edim addedilmeye başlanmıştır. 8

Protestan çalışma ahlakı, "laik bir görünüm içerisinde dirilmekte;.. emek, tüm zenginliklerin ve kültürün kaynağı" 9 olarak mütalaa edilmektedir.

Doğa ise sömürüye açık, bedava ve uysal bir kaynaktır. Bu "uysal" kaynak, kendisine eklemlenen toplumla birlikte, kapitalizmin belli bir "irfan"dan yoksun gidişatının nesneleri haline getirilmiştir. 


Fırtınaya tutulmuş melek çaresizdir. Sırtı geleceğe dönüktür ve sürüklenmekte olduğu gelecekte neler olup biteceğini bilmemektedir. Kurtarıcı ise ancak o "dar kapı"dan geçebilecek olan Mesih'tir.

Sorun tarihin o istisnai ânında kapının açılması ile o kapıdan geçecek olanların teşkilindedir. Bu istisnai sahneyi bütünleştirecek olan, ilahi adaletin gerçekleşimine dair umudu kalbinde yeşertmiş olandır.

Benjamin, tarihsici bir geçmiş anlayışının karşısına mesihçi devrim kavrayışını koyar: Çöküş zincirini kırarak tarihin devamlılığını sekteye uğratan yeni bir çağın gelişidir bu. Devrim tarihi ilerletmek yerine onu durdurmalıdır.

Devrimlerin tarihin lokomotifi olduğunu söyleyen Marx'ın aksine, Benjamin devrimleri trenin felakete doğru gidişini durduran 'imdat frenleri' gibi görür. Kurtarıcı bir güç olarak devrim, tarihi tamamlamaz; amacı, daha ziyade, tarihten çıkmaktır. 10

  
İlahî şiddet, Benjamin'in ifadesiyle, hayatın korunması için, hayattan daha üstün olan bir ilkenin, hayatın ilkesinin korunmasıdır.

Salt iktidarın egemenliğini korumayı amaçlayan bir çabaya karşı, yani mitik şiddete karşı savunulması gereken bu ilke, adaleti gerçekleştirmek ve toplumu özerkleştirmektir.

Adalet, insanı tanrısal olana yakınlaştıran en temel tutumdur. Ona en çok ihtiyacı olan ezilenler, buna dair iştiyaklarıyla Tanrı'ya o kadar yakınlaşırlar ki, adeta Tanrının sesi onlarda yankılanır.

Benjamin, ezilenlerin bakış açısındaki kaybolmuş bu imkânlarda diretir. Tanrı'nın mustazafların çığlığına vereceği cevaptan umudunu kesmez.

Kansız bir şiddet (ilahi şiddet) olarak tarihe müdahil olacak ve toplumsalı altüst edecek o devrimci ânı beklemekten asla usanmaz.

Onun açısından geçmişin hatırlanması ve yorumlanması, yeniden yürünecek yolları döşer. Devrimci yol alışın teçhizatlandırılması için felsefenin buna dair imkânlarını zorlar.


Tarihi tersinden bir yazma çabası, egemenlere ve onların ürettiği kültür ve bilim anlayışının zıddına bir bakışı, ezilenlerin (mustazafların) bakışını açığa çıkarmak içindir.

Buradaki söylemin tınılarında, Ali Şeriati'nin yaklaşımlarına oldukça benzer bir sorgulamayla karşılaşırız. Sadece biri "tarihsel maddeciliğe", öteki ise Hz. Ali'nin güzergâhından doğru işleyen bir İslam'a "inanmakta"dır.

Öyle ki her iki yaklaşımı birleştiren bir imge, 20'nci yüzyıla damgasını vuracaktır. Sosyalist ve İslami devrimler… Ancak her iki devrim de, yine mitik şiddet benzeri karşı devrimci süreçlerce ele geçirilerek yoldan çıkarılacaktır.

Beri yandan egemenlerin zaferlerini işaretleyen anıtların kalıntılarının belgelediği bir tarih kadar, Baudelaire, Hoffman, Leskov, Diego Rivera, Eduardo Galeano gibi sanatçıların eserlerinde işaret edilen başka bir tarihsel damar da vardır dikkatlerimizden kaçırılan.


Son bakışta kaçırılan tarih

Yaşanılmış olanın geriye çevrilmesi, pişmanlığın telafisi, acının intikamının alınması, bastırılmış olanın açığa çıkarılması ve söylenemeyenin dile getirilmesi mümkün müdür?

"Tarih meleği"nin bakışları altında ve bu ortak bakışa istinaden beliren bir duygudaşlığa sığınmak, bağışlatabilir mi olan biteni?

Bir eylemde karşılığını bulamayan, yenilmiş güçleri harekete geçiremeyen bir entelektüelin yapabileceği nedir?

Bir melankolide boğulup kalmaktansa anlamaya, çözümlemeye, uyarmaya ve en azından yol göstermeye çalışmak değil mi?

Aynı şey dinî düşünce için de geçerli değil midir?

Dinî düşünce, nebevi gelenek, kendi toplumsal sorumluluklarını gereğince ifa edemezse, etmezse, bu sorumlulukların izleği ister istemez "felsefi" düşünce tarafından derinleştirilerek sürdürülecektir.

İfa edilemeyen bir hakkaniyet arayışı, kendi izleğini farklı yollarla ikameye çalışacaktır. 


Benjamin'in yapmaya çalıştığı da işte bu izlekler arasındaki kopan bağları onarmak, belli bir toplumsal sorumluluğun dağılmış olan güçlerini toparlamaya çalışmaktı.

Bu ise bir anlamda Aydınlanma felsefesinin ve bu felsefenin izleğindeki "Marx'ın 'sekülerleştirdiği' teolojinin dilini geriye çevirme" 11 çabasıdır.

Bu çaba kimi atıflarla kanıtlanmaya çalışılmasa da -ki bu haliyle bile dönemin özellikle de sol intelijansiyası açısından yeterince ürkütücü ve kabul edilemezdir-, şunu belirtmekten de geri durmaz:

Kâğıdın mürekkeple ilişkisi neyse, benim düşüncemin de teoloji (Kabala)'yle ilişkisi odur… 12

   
Sürdürülmekte olan bu mücadele, her ne kadar tarihsel koşulların (Marxizm, maddecilik, sınıf çatışması, sömürü…) icbar ettiği bir çatışmaya dayanmaktaysa da, artık bunu aşmakta ve evrensel bir anlama kavuşmaktadır.

Bir anlamda bu, mücadelenin kazanılmasının da yegâne koşuludur. Onun komünist parti kadar Yahudi cemaatinin bir üyesi olmamasına karşı, düşünsel güzergâhının bu eksenlerde dolaşması ise, olanların yetersizliğine ve daha üst bir anlama kavuşturulmasına dair sezgisine dayanmaktadır. 


Stalin tarafından yolundan çıkarılarak tipik bir baskıcı iktidar haline gelmiş olan mevcut sosyalizm hakkındaki kuşkularını ise tarih haklı çıkaracaktır.

Nitekim savaşın başındaki Hitler-Stalin anlaşması, bu sezgiyi teyit eder. Buna rağmen anlaşma, birçok sosyalist kadar Benjamin için de yıkıcı bir gelişme olacaktır.

Bu ise onu bir süredir sorgulamakta olduğu Marxizm kadar materyalizmden de uzaklaştırır; esası ilerleme düşüncesinin, dolayısıyla da tarihsiciliğin eleştirisine dayanan farklı bir düşünce, "siyasal bir praksis" geliştirmeye çalışır.

"Tarih Kavramı Üzerine Tezler"i işte bu koşullarda somutlaşır.

Sınıfsız toplum tarihsel ilerlemenin nihai amacı değildir, ancak ona müdahale etmek için sıklıkla boşa çıkan çabaların nihai başarısıdır… O halde 'zamanın her saniyesi, Mesih'in oradan gireceği geniş kapı' olmalıdır. 13


Yani belki sabırla beklemek, ama buradaki sabrın edilgin değil, etkin bir bekleyiş, daha doğrusu unutmayan, arayan, mücadele ve kararlılığını sürdüren bir tutum olması şartıyla. 


Adorno, Horkheimer ve Brechte gibi "modernizm"den taviz vermeyen Marxistler, Benjamin'in bu tür çerçevelere aldırış etmeyen yaklaşımlarını, düşünceleri "içine şaşırtıcı bir biçimde katılmış bir şey olarak itham ederler." 14 

Gerçekte ise onu anlayamazlar. Olayları, maddeci bir bakıştan ve düşünceden eksiltilmiş olan alegoriler, mecazlar ve semboller yoluyla anlama çabası kadar, dinî bakıştan eksiltilmiş olan maddi dünyanın derinlemesine anlaşılma biçimleri üzerinde zihnini yorarken, gerçekte çoktan beri bir tür laf ebeliğine, sofizme, dünyadan ve toplumdan uzak bir kurgusallığa dönüşmüş olan felsefeye, kelimenin tam anlamıyla düşünsel bir yol alışın güzergâhlarını açma peşindedir.


1932 yılından itibaren geçinmek -sadece geçinmek değil elbette, yazmak, anlatmak, anlaşılmak- için umudunu bağladığı, Adorno ve Horkheimer tarafından çıkarılan "Toplumsal Araştırmalar Dergisi"ne yazdığı yazılarda, sürekli olarak onlarla cedelleşmektedir.

Benjamin'e göre, "bizden önce gelen bütün kuşaklar gibi, biz de zayıf bir mesihçi güçle donatılmıştık". Tabi ki bu tip bir düşünce -bir atıf-, her ne kadar belli bir "aydınlanma" eleştirisi içerisinde olsalar da, son tahlilde "aydınlanma"nın maddeci izleğini derinleştirmeye ve Marxistleştirmeye çalışan aydınlar açısından kabul edilemezdir. 


Oysa Benjamin olaylara belli bir gelecekten doğru bakmaktadır. Tam da "tarih meleğinin" baktığı yerden. Ve oradaki bakış, felakete uğramış -uğrayacak olan- dünyayı daha geniş bir perspektiften görmekte ve kavramaktadır.

O nedenle sadece Marxizm'in değil, teolojinin de, sadece diyalektik bir mantığın değil, alegorik bir mantığın da imkânlarından yararlanmakta hiçbir beis görmemektedir.

O, tarihsel ve toplumsal incelemelerinde, olaylara sadece akışkanlığa tâbi bir diyalektik mantık içerisinde değil, durağanlaşmış bir monad'ı da infilak ettirmek üzere yakınlaşmanın yollarını arar.

"Oluşun bu mesihçi kesintiye uğratılışı", ona farklı bir prizmadan bakma ve yeni bir varoluşla inşasının da bir imkânıdır. 


1926 yılında, Asja Lacis'in ardından gittiği Moskova'da, "devrimci yaşam biçimlerinin mutlak kamusallığının, onun en derindeki dürtüsüyle" (entelektüel özerkliğiyle) çeliştiğinin farkına varacaktır.

Dolayısıyla bir "aşk" bile, onu burada tutamayacaktır. Sadece bu değildir elbette; Marxizm'e dair de nihai kararını verebilmiş değildir.

Daha çok "anarşist cephe ile devrimci disiplin" arasında gidip gelmekte, sürrealist bir anlatım biçimiyle, "entelektüelin kötümserliği örgütlemesi" 15 üzerine kafa yormakta; kendi deyimiyle "siyasal ve mistik uçlarla" ilgilenmektedir.

Bu uçlar, birbirleriyle ilgili oldukları kadar, birbirlerine de muhtaçtır. Eksiltildikleri oranda karşı kutbun savrulmasına da yol açacaklardır. Ve bu ilgi artık "teolojik" değil, "mistik" bir ilgidir.

Özellikle Kafka üzerine yorumu, Kafka'nın izleğinde olduğuna dair imalarla yüklüdür ve onu, "Yahudi dininin geleneği bağlamına yerleştirmektedir"; bir tür "meseller"le sürdürülen bir anlatıdır bu.

Kendi anlatısı ise "dünyevi eyleme dinsel anlam yükleyen, ama aynı zamanda dinin teolojik içeriğini yok eden" 16 bir muğlaklıktadır. Ömrü vefa etse ve yayınlanabilmenin endişelerinden kurtulabilse durulacaktı belki sözleri, özgülleşecekti.

Dalgaların sürükleyip durduğu çakıl taşları gibi, daha parlak bir biçimde ışıldayabileceklerdi. 


"Benjamin faşizmin sanatı estetize etmesi çabası" karşısında, sanatı siyasileştirmeye çalışırken, alegori, aura gibi kavramlar üretecekti.

Buna karşı Adorno ise siyasete mesafeli durarak, "teslimiyetçi bir modernizme çekilmişti. Bu uyuşmazlık, 'sol melankoli'"17nin, ikisi de romantik ama siyaseten farklı biçimlerini yansıtıyordu:

İlki radikal eylemlilik taraftarıyken, ikincisi boyun eğmiş ve edilgendi. Buna rağmen "düşünceleri arasında derin, kendiliğinden ve içsel bir iletişimden" bahsedilebilir miydi?

Öyleyse şayet, Benjamin, "Adorno'nun, kendisinin geliştirdiği aura yitimi kuramını müziğe uygulamaktan öteye geçmediğini niçin göremedi?" 18

Oysa Adorno kadar Horkheimer da, Benjamin'in caz müziğinin ilerici ve sanatın paylaşımında demokratik bir imkân gördüğü yerde, "gerici bir şiddet", "araçsal aklın yıkıcı potansiyelini" 19 görmektedir.

Traverso, "cazı, 'otoriter tavrın estetik' tezahürü gibi mütalaa eden (aslında tiksinti duyan) Adorno'yu, 'aristokrat kökenli Marksist bir 'mandarin' olarak anar." 20

Elbette ki Benjamin'in suskunluğu, "farklı sebeplere dayanmaktaydı. Muhtemelen maddi açıdan bağımlı olduğu bir adama karşı duyduğu 'korku', iki sürgün arasındaki 'zehirli ilişkiler' ve bunu izleyen bir riya hali. Mesele Benjamin'in bu mektuplar(ın)da Adorno'yu eleştirmeye cesaret edememesinden ibaretti." 21


Benjamin, faşizmin Almanya'da iktidara gelmesi sonrası, 1933 yılında Almanya'yı terk ederek Fransa'ya geçer; öteden beri yaşamak istediği Paris'e.

Onun Fransa'ya gittiği yıl Adorno ise önce İngiltere'ye, ardından ise ABD'ye gider. Benjamin yazmayı buradaki zor koşullarda sürdürse de, yazılarını yayınlatabilmesi giderek güçleşmektedir.

1936 yılında Brecht'in yayın kurulunda olduğu Moskova'daki bir dergi de, yazısını geri çevirecekti. "Baudlaire" kitabının ilk bölümlerinin yayınlanması da, "Horkheimer tarafından, temel felsefi ve yöntembilimsel kuşkular" 22 nedeniyle reddedilmişti.

Daha sonra ise aynı tavrı Adorno'dan görecekti. Yayınlanan yazılarındaki kavramlar kadar kritik kısımlar da çıkarılmaktaydı. 1939 yılında, Moskova'da yayınlanan yazıları nedeniyle Alman vatandaşlığından çıkarılacak, "Toplumsal Araştırmalar Dergisi" (Horkheimer) ise maddi güçlükler nedeniyle, "araştırma görevini" uzatamayacağını bildirecekti.

Bir başka dostu, Scholem ise, biraz da onun kendisini Kudüs'e daveti konusundaki giderilemeyen tereddütleri nedeniyle artık "imdat" çığlığını duymayacaktı. 


Tam da bu koşullarda, 1939'un sonunda, Alman orduları faaliyete geçince, Fransa'daki tüm mülteciler, bir kampta toplanacaktır. Bazı dostlarının araya girmesiyle Paris'e dönse de, bu artık bir daha geriye dönemeyeceği bir yolun başlangıcıydı.

1940 yazında, Alman birliklerinin Fransa'ya girmesi üzerine, çalışmalarını Georges Bataille'a emanet ederek, kendisi için artık yegâne ihtimal haline gelen ABD'ye gitmenin yollarını aramaya başlayacaktır.

ABD'deki "dostlar"ı kendisine bir vize temin edince, Pirenelerden gizlice İspanya'ya geçmek üzere yola koyulur. Ama İspanya'ya giriş izni olmadığı için sınırdan geri çevrilir. 


Burası ise Avrupa'nın olduğu kadar kendi hayatının da sınırlarıdır. Faşizmden kaçarken, kapitalist ABD, komünist Rusya veya geleceğin Siyonist İsrail'ine sığınmamak için yaşadığı o uzun tereddüt ve Avrupa'yı terk etmemek için gösterdiği direniş onu ağır ağır, belki de gerçek arzusu olan ölüme doğru yaklaştıracaktır.

Aslına bakılırsa ne modernleşmenin kötü bir tecellisi olan geleceğin İsrail'ine, ne rüyaları bile bir üretim biçimine dönüştürmeye azmetmiş olan Rusya'ya, ne de "dostları"nın sığındıkları kapitalizmin yeni atölyesi olan ABD'ye gitmek istemektedir.

Bu açmazların içerisindeyken artık kim ona ellerini uzatabilirdi ve kim onu içerisine düştüğü bu derin yalnızlıktan kurtarabilirdi ki?  

Bu koşullar altında, Gestapo'ya yakalanmamak için, sınırda (Port-Bou'da) kaldığı otelde, yanında taşıdığı morfini içerek, 26 Eylül 1940 tarihinde, yegâne kurtuluş yolu olan ölümü seçer.

Beraber yolculuk ettiği grup ise, onun ölümünden hemen sonra İspanya'ya alınarak yolculuklarına devam eder. Ardında ise yıllar sonra yayınlanmaya ve anlaşılmaya başlanacak olan eserler ve tam olarak nerede olduğu bilinmeyen bir mezar bırakır. 

 

 

1. W. Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Metis Y. s. 38
2. Benjamin, Say Y. Edisyon, W. Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi” başlıklı yazısından, hazırlayan Besim Dellaloğlu, s. 105.
3. Esther Leslie, Walter Benjamin, Konformizmi Alt Etmek, Habitus Y. s. 265
4. Walter Benjamin: Yangın Alarmı, “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, Michael Löwy, Versus Y. s. 54
5. “…gelecek her saniye, Mesih’in arasından geçebileceği dar kapı idi.” (aktaran, M. Löwy, Yangın Alarmı, s. 129)
6. Gershom Scholem, Walter Benjamin ve Meleği; Benjamin, Say Y. s. 220
7. Walter Benjamin, Pasajlar, YKY, s. 29
8. Fabrika, Foucault’nun hapishanesi, Taylor’ın üretimsel disiplini, Weber’in bürokrasisi ile birlikte düşünülmelidir.
9. Age. s. 43
10. Enzo Traverso, Solun Melankolisi,  Marksizm, Tarih ve Bellek, İletişim Y. s. 279
11. Rolf Tiedemann, Frankfurt Okulu (derleme) içindeki makaleden, doğubatı y, s. 280
12. Agm. s. 281
13. Agm. s. 298
14. Rolf Tiedemann, Frankfurt Okulu (derleme) içindeki makaleden, doğubatı y, s. 265 
15. Bernd Witte, Walter Benjamin, YKY, s. 89. s. 93
16. Age. s. 139
17. Sol melankoli, “komünizmin çökmesi ile yaşanmakta olan bir ruh hâletidir… Traverso,.. yitip giden devrimci deneyimler dünyasının ardından duyulan keder ve yası sırtlanabilmekte bulur ‘kurtuluş vaadi’ni”.  (Halûk Sunat, Walter Benjamin etrafında “sol melankoli”yi tartışmak, Birikim Dergisi, 358, 359, s. 143)
18. Enzo Traverso, age, s. 276, 277
19. Halûk Sunat, Walter Benjamin etrafında “sol melankoli”yi tartışmak, Birikim Dergisi, 358, 359, s.140
20. Agy. s. 140 (dipnot içinde)
21. Enzo Traverso, Age. s. 276, 277. Giderek muhafazakârlaşan Adorno, “68”li yıllarda, “isyankâr Frankfurt öğrencilerinin işgal ettikleri Enstitü’nün boşaltılması için polis çağırmıştı. (s. 281)
22. Age. s. 127
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU