Deizme karşı yaklaşımlara eleştirel bakış

Hüseyin Siyabend Aytemur Independent Türkçe için yazdı

Bazen küçük bir izah veya biraz değişiklik meseleye yeni bir görüş veya bakış kazandırabilir. Ya da ele alınan konunun oldukça derin ve yeni olduğunu görmeyi sağlayabilir. Bundan da önemlisi, hep uğraştığımız ve yakından tanıyor olduğumuz bir mevzu hakkındaki görüşümüzü, algı, duyumsama, yargı ve bilme şeklimizi kökünden değiştirmemiz gerekebilir. Bu bilimsel gerçek özellikle insan, toplum bilimleri alanında özellikle düşünsel, fikri, kültürel ve ahlaki meselelerde çok daha hassas ve güçlüdür. 

Gerçek şudur ki, Türk toplumunda ve Türklerin devlet merkezli güce ve kudrete dayalı toplumsal yapısı ve bu yapı özgünlüğünde gelişen Türk tipi dini anlayışı ile (Türkiye’de sosyal bilimler eğitimi Türklük’ten bağımsız değildir, mesela tarih yoktur, Türk Tarihi vardır, sosyoloji yoktur, Türk sosyolojisi vardır, din yoktur, Türk İslam/İslamcılığı vardır, dil yoktur, Türkçe vardır vs.) dünyaya entegre olan kısmi de olsa Türk tipi kapalı toplumdan sıyrılıp dünyaya dikkat eden, en azından Türkçe’den başka ikinci bir dil öğrenen genç kesim ile din arasında mesafe olmuştur. Günümüz insanı dinden! uzaklaşmakta ve yeni eğitimli nesil ona yabancı olmaktadır. (Türk kamuoyuna sunulan araştırmalara bakınız) 

Dinin resmi temsilcileri de bunun nedenini, bugünkü insanın bozulması, maddeciliğin üstün gelmesi, manevi duyguların çökmesi, ahlakın bozulması, fikirlerinin sapması, toplumdaki eğilimlerin bugüne egemen olan kirli bir ruh karşısında duyduğu hayranlık ve taklitçiliğe bağlamaktadır. 

Din karşıtı bilim adamları da, bilim ve teknikle donatılmış ve akli gelişim, maddi faydalanma ve refaha ulaşım; modern insanın hiçbir şeye ihtiyacı olmamasının sonucu olarak görüyor.

Türkiye’de gelişen Deizm kavramıyla ifade edilen “dine mesafeli olma” eğilimlerine karşı kabaca birkaç çözüm önerisi sunulmaktadır. 

Biz de acaba gerçekten dini tebliğle uğraşmak mı istiyoruz? Tebliğ edilen şey din mi? 

Şimdi din ile toplum arasındaki mesafenin açılmasına karşı olarak sunulan çözüm önerilerine bakalım.

Birinci Yaklaşım: Din ile yeni nesil arasındaki mesafenin artması, sosyal düzensizlikleri ve fikri anormalliklerinin nedenini; dini enerjinin zayıflığı, dini emir ve yasaklara uyulmaması, ahkâm ve ibadetin terk edilmesi olduğuna inanıldığında mecburu olarak peşi sıra gelecek olan çözüm önerisi: namaz kılma, oruç tutma, zekat verme, hacca davet etme, daha çok cami, İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Lisesi açma, “mescitleri onaralım”, “sakal cübbeyi diriltelim”, “taharet, necaset icra etmeliyiz” deyip herkesin eline bir ilmihal tutuşturalım icrası önerilmektedir. Yapalım mı?

İkinci yaklaşım: Acaba, modern bilimlere yönelik az çok sahip olduğumuz bir aşinalık var ve kimya, fizik, ekonomi, sosyoloji, tıp, astroloji ve insan bilimlerinin yardımıyla bugün dini emirleri, inançları ve hükümlerini izah ve tefsir ederek bu sorunu çözmek, eleştirilere bu çerçeveden cevap vermek, dini suçlamalardan arındırmak, eleştirilere modern teknoloji, fen bilimleri üzerinden kendine özgü dil ile bilimle savunmak. Mesela yapay zekanın Kur’an’da varlığını ispatlama. Uçağı, bilgisayarı, savaşları, Kur’an tarafından öngörüldüğünü, “namaz”dan maksat spor, “oruç”tan maksat perhiz, rejim yapmak, “cin” den maksat mikrop, “Kur’an Ay’a ayak basmayı öngörmüştü”, “alak” mı dediniz o spermatozoit, “duhan” mı? O da sodyum gazı, “menn” mi o da dağ muşmulası, hulasa dini zamanın dili ile tebliğ etme onu modern bilimlerle ilişkilendirme uygar modern toplum vasfına uygun Avrupa insanının düşünce davranış ve tavırlarıyla Kur’an’ı daha ahenkli hale getirme çabası içinde bir yaklaşım söz konusu.

Üçüncü yaklaşım: Emperyalizm, Haçlı, Doğu ve Batı, modernizm; saldıran, silip süpüren, çalan, talan eden, -Türk tarihi içinde son yüz yılın Türkçülük, İslamcılık gibi tartışmalar bağlamında- bu kirli saldırı tehlikesine karşın da insani faziletimizi, ruhani maneviyatımızı, dindarlık, Türklüğün asaleti, kültürel ve tarihsel özelliklerini kökünden budayan, cehalet fakirlik zillet hastalık zulme boyun eğme, kadın, mini etek vs. Batı’nın dehşet verici yağmacı emperyalizmin yok edici ve şahsiyeti öldüren, kültür hücumundan halkımızı eski sığınaklarına döndürmek, genç ve eğitimli nesli tarihsel geleneklerin miras üslupların eski ahlaki kalıpların içine dönmesi, din siperinin içinde korunmuş halde tutmak gerektiği, çok zeki ve akıllıca siyaset yapıp din ile toplum arasındaki mesafenin artmasına karşı, emperyalizm, haçlı, Doğu Batı, beka, gibi söylemlerle, toplum planımızı anlamadan ve elimizi okuyamadan siyasi hedeflere ulaşmak için dağılmış tezleri yapıştırıp, Allah’ın yaratıklarını sıva olsun diye dini “toplumsal bir etken” olarak araçsallaştırmak mı isteniyor?

Acaba geçmişleri ve geçmiştekileri ihya ederek araştırma fikirlerini ortaya atarak, medeniyet, kültür, edebiyat, sanat, dini gündeme getirerek ve onları hali hazırdaki toplumda yaygınlaştırarak, İslami Bilim/İlim marifetlerinin bütün coşkulu, güç, servet ve birikimini göstererek ihtişamlı ve iftihar duyulacak kahraman şahsiyetleri sergileyerek bu aç neslin din ile arasına mesafe koymuş nesle, bir lokma ekmek ve gurur mayası vermek, etnik vurgular, kavim gururu, babalara tapınma, geçmişi kutsama mı, dinin ihyası mı? Kemik, kan, soy, ırk ve bunların toplamından modern Türk şovenizmi üzerinden “İslami Yahudilikle” çözüm arayışları. 

Türkiye özgünlüğünde bu üç yaklaşım, yüzeysel, hayali izahlardır. Aynı zamanda bu yaklaşımlar Türkiye özgünlüğünde dinin yükseliş ve inişli durumu, dinin statüsünü, mahiyetini, varoluşsal konumunu da vermektedir. 

Avrupa’da maddi uygarlık ve ekonomik güç karşısındaki aydınların, yazarların, şiddetli düşünsel krizi ve toplumsal olarak genç nesillerin ruhsal isyanı, Ortadoğu, Asya, Latin Amerika’da bir baştan bir başa emperyalizme, istibdada, ayrımcılık ve zulme karşı kanlı ayaklanmalar, insanın tarih boyunca peygamberlerin liderliği olmaksızın asla bu ölçüde “hakikate”, “adalete” aşık, “maddi eşitliğe” susamış olmadığına dair bariz gerçeğin göstergesidir. Dinlerin esas daveti hakikat, adalet, özgürlük, eşitlik olan bu dördünün tahakkukundan başka nedir ki?  (Bkz: Saîdê Kurdî; Münazarat vb. eserlere)

İman yolunda özgürlük, eşitlik ve adalete inancı için, zulümle, istibdad ile zorbalıkla, siyasi ayrımcılıkla uzlaşmama uğrunda her gün binlerce kurban veren bugünün insanı, rahat huzur müreffeh lezzetlerle, nimetlerle dolup taşan cennete, ekonomik hayatın refahında, medeniyetin ve tekniğin güç ve başarısının zirvesinde isyan eden, bütün maddi, kültürel değerlerini kendinden uzaklaştıran bugünü insanı, iman ve inancı nedeniyle bozuk, maddeperest, manevi ruhtan ve fedakarlık ahlakı ve kabiliyetinden yoksun kabul etmek çok fazla dar görüşlü olunduğunu ifade eder.  

Buna karşı insanın bütün ekonomik ihtiyaçlarını temin etse ve eğer toplumda her birey dahi bu ekonomik refahtan yararlansa artık sükûnete erecek, bulunamaz ve ulaşılamaz hiçbir şeyin davasını gütmeyecek, maddi yardım doyurduğunda ruhsal harareti de dinecek bir hayvan olarak düşünen kimsenin yargısı vardır. 

Bu hüküm insanı, basit bakan bir tür varsayar. İnsanın yatışmaz, doymaz varlığını aşağılar ve sınırlar. Diğer yandan da modern kültürün derin ve ciddi gerçeklerini bilmemenin ve günümüz insanını tanımamanın sonucudur.

Şimdi burada kendimizi bir çelişkinin karşısında buluyoruz. Bir yanda günümüz müreffeh insanının “kainatın bilim ve felsefe ötesi yorumuna, insanın anlamı ve yaşamının yönüne dair hakiki izaha” duyduğu şiddetli ihtiyaç. Diğer taraftan bir bütün olarak şiddetli, dini ihtiyacın göstergesi durumundaki yüksek ahlak, manevi idealler ile ilgili bir coşku ve şevk, yani adalet talebi, özgürlük, bütün insanların şeref ve izzeti, eşitlik ve kardeşliğe aşık olan birtakım insanların kaygısı, ruhsal harareti ve benzersiz şiddetli hissiyatı var.

Diğer yandan ise, onun dinden kopması ve yaygın dini öğretilere her geçen gün biraz daha mesafe koyma, yabancı durma hali. 

Bu çelişki nasıl analiz edilebilir?

Düşünce ve inancıma göre, bu çelişki günümüz insanına sunulan mevcut dinler ile peygamberlerin takdim edegeldikleri hakiki din arasındaki çelişkiyi gözler önüne sermektedir. Malum, tarihin hiçbir dönemi ve dilimlerinde din dışı bir yaşam yoktur. O halde ben neden bir dinden başka bir dine geçmeliyim? Veya ben neden İslam’a tutunmalıyım? İslam’ı diğer dinlerden farklı kılan yukarıda önerilen üç farklı neden mi? 

Mevcut din, yukarıda bahsettiğim üç bağlamda konumlandırılması ve sunuldukları şekliyle, henüz bilimsel nedenler ve doğal etkenlerin cehaleti aşamasında yaşayan, hala maddi açıdan yaşadıkları toplumun ekonomik düzeyinde hastalık, maddi ekonomik kriz ve mahrumiyetler, ayrımcılık, zulümler ve insanlık dışı gelenek içinde acı çeken; savaş, hastalık, toplumsal mahrumiyetler içinde yaşayan insanlar için çekici ve etkileyicidir. Çünkü böyle bir insan, mevcut durumu ona izah edecek, bilmediği tabiat ve teknolojik gelişimi ona yorumlayacak, halihazırdaki acılarını, bedbahtlığını ve hayatındaki karmaşayı vaat edilmiş ödüller ve cezalarla ruhen telafi edecek bir inanca ihtiyacı vardır. Bugünkü insan böyle bir dine muhtaçtır. Bilim her gün tabiatta yeni bir bilinmeyeni keşfetmekte, teknoloji her gün tabiata boyun eğdirmekte.

Bu yüzden maddi ilerleme ve bilgi yolunda tabiatta ve toplumda hayatının refah ve güvenliği yaklaştığı her adımda, kaçınılmaz olarak, cehaleti zayıflığı, mahrumiyeti ve korkusundan doğan dinlerden uzaklaşmakta. Bu gayet doğal ve son derece mantıklıdır.

İşte, günümüz insanının artık dinlere ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü ona göre din bu bağlamda varolmuştur. Resmi din de kendisini, yukarıda ifade ettiğimiz bu noktalardan şekillendirmiş, dini araçsallaştırmış, siyasal statüsüne dair meşruiyet kazandırmak üzerinden ilahiyatlar oluşturmuş okullar açmıştır. 

O halde ne yapmak gerekiyor?

Dinin doğru sunumunu yapmak gerekiyor, Saîdê Kurdî’ninde dikkat çektiği gibi Din/İslam’ı birinci planda insanın siyasi tecrübesinden bağımsız ele almak gerekmektedir. İnsan, kendisini tecrübe ederek ve bu tecrübesini anlamlandırması, kâinatı tecrübe ederek bunu anlamlandırması ve Vahiy olgusunu yani Kur’an ve sünneti tecrübe ederek bunu anlamlandırması. İşte Din/İslam düşüncesi bu üç unsurun bir araya gelmesiyle meydana gelmektedir. Dindar insan bir şekilde kendisi ile kâinatı tecrübe ederek  -etmeli zaten- (30. Söz Ene Bahsi, 11. Söz; Risale-i Nur) bunu anlamlandırır. Daha sonra bu tecrübe ve anlamlandırmasına uygun olarak vahiy olgusuna müracaat eder. Vahiy olgusunu tecrübe edip bu tecrübesini kavramları kullanarak anlamlandırır. İşte bu üç unsurun bir araya gelmesiyle meydana gelen düşünceye biz dini düşünce diyoruz. Dolayısıyla dini düşünce, sadece insanı dışarıda bırakarak kâinatın felsefi bir tasavvuruna veya Kur’an ve sünnet'n salt lügat, dilsel anlaşılmasından oluşan bir tasavvura sahip olmak demek değildir.  

Dini düşünce ifade ettiğim üç unsurun bir araya gelmesiyle elde edilen bilgi ve marifettir. Her insan kendisine sorar; ben kimim? Neyim? Özne miyim yoksa nesne mi? Özgür müyüm, yoksa değil miyim? Yerine getirmem gereken sorumluluklarım var mı? Bir hedefim var mı yoksa başıboş şekilde mi yaşıyorum? Gidişatımı kendim mi belirlemeliyim, yoksa birileri bana nasıl yol alacağımı söylemeli mi? Doğru yolun hangisi olduğuna kendim mi karar vereceğim, yoksa bunu birileri mi benim yerime yapacak? Bağımsız mıyım, yoksa bağımlı mı? Yitirdiğim asıl değer akıl ve akletme mi, yoksa duygu ve duyarlılık mı? Acaba yalnız ve amaçsız olarak bir çöle mi fırlatılmışım? Yoksa öteki olan birinin mi muhatabıyım? Hakikat, adalet ve özgürlüğün benim için nasıl bir anlamı bulunmaktadır? Neye gönülden bağımlıyım? Özgürlüğe mi, eşitliğe mi? Farkındalığım, iradem, istek, arzu ve eğilimlerim sınırsız mı, yoksa bunların hepsi doğal, hukuki sınırları bulunmakta mıdır? Gerçekten ben kimim? Hakikatim nedir? Hayatın gayesi nedir? Manası nedir? Gaye ve mananın neresindeyim? Kendimle barışık mıyım, yoksa yabancı mıyım?

İşte bu temel sorulara verdiği cevap insanın kendisine dair tecrübesini oluşturmaktadır. Bütün bunlar insanın kainat/eşya ile, insanın insan ile, insanın Allah/din ile ilişkisine dair bir tecrübe oluşturacaktır. Bu noktada din, insanın bir başka insana karşı hürriyetini ve adaleti, Allah’a karşı adaleti/ubudiyeti formüle eder.

Peygamber a.s. “Ümmetimin âlimleri Benî İsrail'in peygamberleri gibidir” sözü sıradan bir övgü sözü değildir. Burada âlim, ilim ehli, aydın, hocanın misyonu, bugün içinde yaşadığımız sorunların onların omzunda olduğu anlamındadır. Bu sorunlar hakikat, adalet, özgürlük, değerlerin hiçleştirilmesine karşı sorumluluklarının hatırlatılmasıdır. İsrailoğulları’nın peygamberlerinin işi, görevi neydi? Yani doğru, adil, halis bilgisine sahip oldukları Hz. İbrahim a.s, Hz Musa a.s, dinine göre aile ve toplumsal sapmalardan kurtarmak, dini araçsallaştırılmasının tahrif edilmesinin önüne geçmek, dinin asıl yönü olan hakikat, adalet, hürriyet, eşitliğe dikkat çekmektir. Peygamberler ne yapmıştır? Her yeteneğin filizlenme, özgürce gelişme mecaline sahip olacağı uygun zemin oluşturmadılar mı? Bu yeteneklere verilen yön çiçeklenip gelişebilmesi için bu yeteneklerin harekete geçmesinde etkili olan unsurları hayatlandırmadılar mı?

Şimdi tekrar sorayım: Hz. Zerdüşt, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhhamed a.s. veya dünyanın önemli fikir ve düşün dünyasındaki aydın ve entelektüellerinin, yukarıda dine mesafe koyanlara karşı ileri sürüklenen yaklaşımların hangisini sergilediler? 

Kısaca dine mesafe, bu değerlerin toplumsal, siyasal, ekonomik hayatta tahrif olması ile ilgilidir. Bu durum hem insanın, hem de dinin iflasının ilanıdır.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU