George Floyd, Nuh Peygamberin nesi olur?

Yusuf Kenan Küçük Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AFP

Siyahi Amerikalı George Floyd’un, Amerikan halkını ve dahi kendisini korumakla görevli polis memurları tarafından geçtiğimiz ay öldürülmesinin ardından ırkçılık, ABD başta olmak üzere tüm dünyada yeniden tartışılmaya başlandı. 

Tepkilerin odak noktasını siyahilere yönelik ırkçı ve ayrımcı politikalar oluşturdu. Bu bağlamda “milli kahramanlar” olarak görülen eski sömürge idarecilerinin veya köle tacirlerinin heykelleri bir bir söküldü. 

Ancak, hemen her toplumun kendi “zencileri”nin bulunduğu, ayrımcılığın köle ticareti ve sömürgecilikle sınırlı kalmadığı, dolayısıyla başta Afrika ülkeleri olmak üzere “beyaz ırk” olarak görülmeyen halkların mevcut durumda dahi uluslararası siyasi ve ekonomik sistem tarafından ikinci sınıf görüldüğü gerçeği her türden ırkçılığın faillerini pek ırgalamadı.

O halde bugün dünya nüfusunun büyük bir kısmını öyle veya böyle etkileyen, ancak en fazla zararı Afrika halklarına veren ırkçılığın kökenleri neler?

Ne zaman başladı ve nasıl gelişti? Tek sorumlu Batılı ülkeler mi? 

Bugün içerisinde bulunduğumuz durumu anlamak için bu sorulara samimi cevaplar aranması icap ediyor. 


1. Dünyanın kıtalara ayrılması ve halkların sınıflandırılması 

Afrika’ya yönelik ırkçılığı anlamak için, yeryüzünü kaplayan kara parçalarının Avrupalılar tarafından farklı kıtalar olarak tanımlanmasına kadar gitmek gerekiyor. 

Zira kıtalar, üzerinde yaşayan insanları ve bu insanlara ait tüm değerleri belli bir sınıflandırma ve hiyerarşiye tabi kılmanın temel taşı olarak kullanılageldi. 

Yeryüzünün belli bir bölgesini değil de tamamını göstermeyi amaçlayan ilk haritayı yedinci yüzyılda Yunan coğrafyacıların yaptığı biliniyor. 

T-O Haritası olarak bilinen bu tasvir, esasen bildiğimiz anlamda yerküreden ziyade o dönem itibariyle “Avrupalı için bilinen dünya”yı temsil ediyordu. 

Afrika, Asya ve Avrupa’nın gösterildiği haritada Don nehri Avrupa ile Asya arasında, Nil Nehri ise Asya ile Afrika arasında sınır olarak kabul edilmişti. 
 

T-O Haritası.jpg
T-O Haritası / Isidore de Séville, Etymologiae, Augsbourg, 1472


Ancak bu haritaya zaman geçtikçe İncil’e dayandırılan eklemeler yapıldı.

Bu çerçevede Nuh peygamberin tufandan sonra oğulları arasında dünyayı paylaştırdığı inancından hareketle, kıta isimlerinin yanına Nuh Peygamberin oğulları Ham, Sam ve Yafes’in isimleri dercedildi. 

Ancak, burada asıl önemli husus, Afrika halklarının atası olarak kabul edilen Ham’a, babası Nuh peygamber tarafından beddua edildiği inancı idi. 

Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde de kayıtlı olan rivayete göre, tufandan sonra Nuh peygamber, oğlu Sam’ın göğsüne yaslanarak uyur.

Rüzgarın örtüsünü uçurduğunu ve babalarının çıplak kaldığını gören Sam ile Yafes babalarının üzerini örterler. Ham ise yüksek sesle güler ve babasını uyandırır.

Nûh peygamber uyanınca, “Sam’ın neslinden peygamberler, Yafes’in neslinden krallar ve kahramanlar, Ham’ın neslinden de siyah köleler çıkacaktır”1 diyerek Ham’a beddua eder okur. 

Bu anlatıya göre Afrika halkları, Atlantik köle ticaretine ve sömürgeciliğe maruz kalmadan yüzyıllar önce, dini ögelere dayandırılarak kıta dışı toplumların zihninde aşağı bir konuma düşürülmüştü.

Dahası, kendileri dışındaki dünyayı keşfetmeye ilk başlayan Avrupalı güçler İspanya ve Portekiz, 1494 yılında, kendi aralarında Tordesillas Anlaşması’nı imzaladılar. 

Papa tarafından onaylanan bu anlaşmaya göre dünya, Atlas Okyanusu’nun doğusu Portekiz’in, batısı İspanya’nın egemenliğinde olacak şekilde paylaşılıyordu. 

Anlaşmanın uygulanması ise 11'nci yüzyılın sonundaki bir Papalık fetvası çerçevesinde gerçekleştirildi.

Sözkonusu fetva çerçevesinde, “Tanrının adının ulaşmadığı” coğrafyalar sahipsiz addedilerek üzerlerinde hakimiyet kuruluyordu. 
 

Theatrum Orbis Terrarum.jpg
İlk dünya atlası Theatrum Orbis Terrarum kapak resmi / Abraham Ortelius, 1591


Osmanlı’nın İstanbul’u fethettiği 15'nci yüzyılın ikinci yarısında Avrupalı güçler, artık dünyayı kıtalara bölmüş, buraları yeniden isimlendirmiş ve sözkonusu coğrafyalar ve halkları arasında hiyerarşi oluşturmuştu. 

Bunun en bariz örneğini “Theatrum Orbis Terrarum” adıyla basılan ilk dünya atlasının kapağında görürüz. 

Bu kapakta Afrika, Asya ve Amerika kıtaları, yüksek bir makama yerleştirilen Avrupa’ya çeşitli hediyeler sunan hizmetkarlar olarak tasvir edilir. 

Kıtaları temsil eden kadın figürlerinin bu kıtalarla özdeşleştirilen “ırkların” deri renkleri ve fiziki özellikleriyle betimlenmesi dikkat çeker. 

Bu bağlamda hem “ırk” tasavvuru oluşturulmuş, hem de “beyaz ırk” üstün kılınıp diğer ırklar daha aşağı seviyede konumlandırılmıştır. 


2. Köle ticareti 

Coğrafyalar ve insan toplulukları arasındaki bu kademelendirme, Atlantik köle ticaretine geçişi kolaylaştırdı. 

İlk olarak Portekizliler, 15'nci yüzyılın ikinci yarısına doğru, namını duydukları altınları için Afrika’ya gelmişler, ancak altınla birlikte köle ticaretinin de karlı olacağını görünce bu ticarete girişmişlerdi. 

Esasen Portekizliler, Afrika-Amerika-Avrupa arasında, “köleler-değerli maden ve hammaddeler-mamul mallar” şeklinde kurulan ve 16'ncı ve 19'ncu yüzyıllar arasında hüküm süren Atlantik ticaret üçgeninin bir benzerini daha önce Kongo-Gana-Portekiz arasında kurmuşlardı. 

Kongo Krallığı’ndan satın aldıkları köleleri bugünkü Gana’daki altın madenlerinde çalıştırıyor, çıkarılan madeni Lizbon’a taşıyor ve Kongo Krallığına ödemeleri de silah, alkollü içecek ve lüks eşyalarla yapıyorlardı. 

Afrikalı kölelerin çalıştırıldığı ilk şeker üretim plantasyonu da yine Portekizliler tarafından Sao Tome ve Principe adasında kurulmuştu. 

Daha sonra bu sistem Amerika kıtasını da içine alacak şekilde genişletildi ve resme diğer Avrupalı güçler dahil oldu. 

Dolayısıyla Afrika halkları, geçmişte de kıta içinde ve dışında köleliğe maruz kalmış olmakla birlikte, ilk defa salt bir üretim faktörü olma konumuna indirgendiler. 

Kıtada Wolof, Bantu ve Akan olan Afrikalı bireyler, Amerika kıtasına ayak bastıklarında “siyahi köleler” haline getirildi. 

Tüm bunlar siyahilik ve dolayısıyla Afrikalılığın, Batılıların zihninde kölelik ve vahşilikle özdeşleştirilmesine, Afrika halklarına yönelik ırkçı bir bakış açısının tahkimine yol açtı.

Burada iki parantez açmak gerekiyor. 

İlki, kölelik ve köle ticareti denildiğinde, akla öncelikle ve çoğunlukla, Afrikalıların Avrupalılar tarafından yeni dünya olarak adlandırılan Amerika’ya taşınıp, madenlerde ve üretim çiftliklerinde çalıştırılmaları geliyor. 

Ancak, Afrikalı köle emeğinin kullanılması ve köle ticareti Avrupa’ya has bir olgu değildi. Afrika kaynaklı köleler, daha eski tarihlerde Mezopotamya ve Asya’ya da taşınmıştı. 

İslam’ın gelişiyle de kesilmeyen köle ticareti neticesinde, sayıları 500 bin ilâ 1 milyon olduğu tahmin edilen Afrikalı köleler, Abbasiler döneminde Mezopotamya bölgesinde çalıştırılmıştı. 

Hatta 869 yılında bölgede başarılı bir isyan gerçekleştiren köleler, güney Mezopotamya’da kendi devletlerini kurmuşlardı. 

Yalnızca 14 yıl yaşayan bu devlet, Tulunoğulları’nın askeri desteği sayesinde, kölelerin büyük bir çoğunluğunun katledilmesiyle son buldu. 
 

-.jpg
Köle tacirlerine satılmak üzere esir edilenler / Illüstrasyon: dp.mariottini.free.fr


İkincisi ise, köle ticaretinde Afrika halklarının rolünün genellikle dikkatlerden kaçıyor olmasıdır. 

Avrupalı köle tacirleri, Atlantik köle ticaretinin devam ettiği süre zarfında, kıta içlerinde esir alma ve köleleştirme faaliyetinde bulunmamıştı. 

Bu görevi onlar adına çeşitli çıkarlar karşılığında Afrika’nın yerlileri ve melezler ifa etmişlerdi. 

Dolayısıyla köle ticareti hiçbir zaman Afrika’nın sahillerinde başlamamış, kıta içlerinde yerli halkların yek diğerini esir edip Avrupalı tacirlere satmasının da bu ticarette çok önemli bir payı olmuştu. 


3. Sömürgecilik

Temelde ekonomik kaygıların tetiklediği köle ticaretinin yasaklanması ve köleliğin kaldırılması, sanayi devriminin yeni imkanlar ortaya çıkarması ve Avrupalı güçler arasında rekabetin artması, iç bölgeleri de dahil olacak şekilde Afrika’nın paylaşılarak sömürgeleştirilmesine yol açtı. 

Sömürgeciliğe mazeret olarak ise, yine eski köle taciri güçler tarafından yüzyıllar boyunca oluşturulan geri kalmışlık söylemi kullanıldı. 

Diğer bir ifadeyle, vahşi ve ilkel olarak addedilen siyah ırk “medenileştirilecek ve özgürleştirilecekti”

Bu durumun ortaya çıkmasında “Aydınlanma Çağı”yla başlayıp gittikçe güç kazanan bilimsel ırkçılığın da önemli etkisi oldu ve beyaz olmayan ırkların medenileştirilmesi, İngiliz edebiyatçı Rudyard Kipling’in ifadesiyle “beyaz adamın sorumluluğu” olarak görüldü. 

Ancak gerçekte Afrika halkları, Atlantik’in diğer yakasına taşınan atalarının durumunu aratmayacak koşullara tabi tutuldular. 

Diğer birçoğunun yanında Alman Güneybatı Afrikası (Namibya), Cezayir, Kenya ve Belçika Kongosu’nda (KDC) bazıları soykırım olarak addedilen katliamlara maruz kaldılar. 

Siyahileri “insan altı” (less human) olarak gören anlayış çerçevesinde Güney Afrika’da olduğu gibi ırk ayrımına dayalı yönetimler ortaya çıktı. 

Ayrıca, kıtanın hemen her yerinde Avrupalı sömürge memurları ve göçmenler, etrafı “cordon sanitaire” adı verilen tampon bir bölgeyle çevrili modern muhitlerde yaşadılar. 

Siyahi Afrikalıların buralara giriş çıkışı çok kısıtlıydı ve sadece beyazların hizmetçisi olanlara izin veriliyordu. 

Avrupa’da hak arama ve eşitlik kaygılarıyla ortaya çıkan sendikalar gibi örgütlenmeler dahi Afrika’da siyahilere yönelik ayrımcılık için bir araç haline getirildi. 


Sonuç

Voltaire’in Candide adlı eserinde konuşturduğu bir kolu ve bacağı kesik köle, durumunun adiyattan olduğunu, parmağını şeker kamışı değirmenine kaptıran kölenin kolunun, kaçmaya çalışan kölenin ise bacağının kesildiğini söyler. 

Köle devamla, Hristiyanlığı kabul etmesini sağlayan misyoner rahiplerin her pazar ayininde siyahi veya beyaz tüm insanların Adem’in çocukları olduğunu söylediğini, rahibin söyledikleri doğru ise tüm insanların kardeş olduğunu, ancak hiç kimsenin kardeşine bundan daha vahşi bir şekilde davranamayacağını ifade eder. 2

Bu bağlamda, rivayetlere istinaden Nuh peygamberin torunu olduğu varsayılabilecek George Floyd ve onun gibi bir milyarı aşkın siyahi, köleliğin resmen kaldırılmasının üzerinden yaklaşık iki asır, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün üzerinden ise üç nesil geçmiş olmasına rağmen halen ayrımcılığa, ekonomik ve siyasi marjinalleştirmeye ve daha kötüsü insan onuruyla bağdaşmayan fiziksel şiddete maruz kalmaya devam ediyor. 

Dahası, temelleri yüzyıllar öncesine dayanan ırkçı ve Avrupa merkezli bu anlayış, kıtaları ve insan topluluklarını sınıflandırmanın ve katmanlara ayırmanın yanı sıra, düşünce dünyamızı da etkisi altına almış bulunuyor. 

Nitekim coğrafyadan tarihe, sosyolojiden yönetim bilimine hemen her alana hakim olan ve dünyayı Avrupa’nın bakış açısına indirgeyen bu yaklaşımı bilinçli veya bilinçsiz olarak kabul etmekle bizler, inşa edilmiş algıları gerçekliğe dönüştürmüş ve sürdürülmesine katkı sağlamış oluyoruz. 

Hülasa, temelleri çok eskilere dayanan ve mağduru dünya genelinde hemen her milletten olabilen ırkçılığın ortadan kaldırılabilmesi için, eski sömürgeci ülkelerin sokaklarındaki gösteriler ve üç-beş heykelin kaldırılmasından çok daha fazlası gerekiyor. 

 

 

1. https://islamansiklopedisi.org.tr/yafes
2. Voltaire, Candide (1759), 19. Bölüm

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU