Salgınla mücadelede otoriter sistemler mi, demokrat sistemler mi daha başarılı?

Fukuyama: ABD toplumu salgınla mücadelede yönetime güvenmiyor

Francis Fukuyama / Fotoğraf: Facebook

Amerikalı düşünür ve uluslararası iktisat politikası profesörü Francis Fukuyama, 30 Mart’ta ABD'nin önde gelen dergilerinden The Atlantic’te, ABD hükümetinin koronavirüs salgınıyla mücadelesindeki performansını değerlendiren bir makale kaleme aldı. Aşağıda bu makalenin çevirisi yer almakta, parantez içindeki ibareler ise, açıklama amaçlı editöryal müdahaledir. 

Dünyayı kasıp kavuran koronavirüs pandemisi Ocak ayında Çin'de ortaya çıktığında, birçok insan Çin'in otoriter sisteminin durumun ciddiyeti hakkında bilgi akışını engellediğini savundu. Erken uyarıda bulunduğu için cezalandırılan ve daha sonra koranavirüs sebebiyle ölen Doktor Li Wenliang vakası, otoriter sistemin işlev bozukluğunun simgesi olarak değerlendirildi.

Trump’ın inatçı yaklaşımı

Şimdi ise durum demokratik hükümetler için o kadar da parlak görünmüyor. Avrupa, Çin'den daha büyük bir hastalık yükü ile karşı karşıyadır, Çin’deki nüfusun yirmide bir oranında nüfusa sahip olmasına rağmen, sadece İtalya’da Çin'de resmi olarak bildirilen ölüm sayısı şimdiden aşılmıştır. Birçok demokratik ülke liderinin, ekonomiyi zedelemekten kaçınmak ya da kişisel çıkarlarını korumak için salgının tehlikelerini küçümsemek için benzer baskılar hissettikleri söylenebilir.

Bu gerçek sadece Brezilya’nın Jair Bolsonaro’nun veya Meksika’nın Andres Manuel Lopez Obrador’u için değil, aynı şekilde Amerika Birleşik Devletler (ABD) Başkanı Donald Trump için de geçerlidir. Trump Mart ayının ortasına kadar ABD’de salgının kontrol altında olduğunu ve kısa sürede sonlanacağını inatla savunuyordu. Bu yaklaşım ABD’ye salgınla mücadeleye hazırlanması için iki ay kaybettirdi. Bu süreçte yeterli test kiti ve tıbbi malzeme temin edilebilirdi. Bu arada Çin, yeni vakaların dengelendiğini bildirirken, İngiltere'deki Çinli öğrenciler, Boris Johnson hükümetinin gevşek tutumuna dair şaşkınlıklarını ifade ediyordu.

Pandemi sınırlandırıldığında, yönetim biçimleri arasındaki basit kıyaslamaların anlamsızlığını göreceğimizi düşünüyorum.

Salgına müdahale hususundaki farklılıklar, bir tarafa otokrasileri, diğer tarafa da demokrasileri yerleştirmemizi makul kılmaz.  Aksine, bazı otokrasiler iyi performans sergilerken, bazılarının başarısız olması olağandır. Demokrasiler için de aynı yargı geçerlidir, salgına yaklaşımlarda nüans farkı bulunmaktadır. Performansta belirleyici olan rejim türü değil, devletin kapasitesi ve hepsinden önemlisi yönetime olan güvendir.

Tüm politik sistemlerde, özellikle kriz zamanlarında, yürütme organlarına isteğe bağlı ek yetkilerin devredilmesi gerekir. Nitekim mevcut yasalar ve kurallar, devletlerin gelecekte karşılaşacağı tüm sorunları öngörmeyebilir. Dolayısıyla genellikle, siyasi erkin üst pozisyonlarında bulunan yönetici kadronun niteliği ve kapasitesi, felaketlerle yüzleşmede alınacak sonuçların iyi ya da kötü olmasını belirler. Bu olağanüstü yetkiler yürütmeye devredilirken, güven bir toplumun kaderini belirleyecek en önemli meseledir. Diktatörlüklerin aksine, demokrasilerde vatandaşlar, yürütmenin ‘ne yaptığının farkında olduğuna’ inanmak ihtiyacı hissederler. Maalesef bu güven duygusu, bugünlerde Amerika’da sarsılmış durumdadır.

Güç ve sınırlamalar

Liberal demokratik sistemlerde, halkın tercihlerine ve yasal prosedürlere saygı göstermek zorunda oldukları için, zorunlu olarak hükümetlerin zayıf olduğu yargısı, popüler bir yanılgıdır. Zira tüm modern hükümetler, güçlü bir yürütme organı geliştirmiştir, çünkü hiçbir toplum güçlü bir yürütme olmadan hayatta kalamaz. İnsanlar,  gerektiğinde gücü elinde toplayıp, toplumu koruyabilecek, kamu düzenini muhafaza edecek ve kanunları uygulayacak güçlü etkin modern bir devlete gereksinim duyar.

Liberal bir demokrasiyi otoriter bir rejimden ayıran şey, demokrasilerde devletin gücünün; ‘güçler ayrılığı’, hukukun üstünlüğü ve kurumların hesap verebilirliğiyle dengelenmiş olmasıdır. Yürütme organları ve birincil sınırlayıcı kurumlar

(mahkemeler ve yasama organları) arasındaki denge, bir demokrasiden diğerine ve zamandan zamana farklılıklar gösterir. Bu yargı, diğer liberal demokrasilerde olduğu gibi, Amerika Birleşik Devletleri için de geçerlidir. Her ne kadar ‘güçler ayrılığı’ oturmuş olsa, yasalar kutsal sayılsa ve demokrasi özümsenmiş olsa da bu böyledir. ABD anayasası, 1789’da ‘Konfederasyon Maddelerinin’ zayıflığı nedeniyle yazılmıştır.  (13 İngiliz kolonisi 1776’da İngiltere’den bağımsızlığını ilan etti. Kendilerine Amerika Birleşik Devletleri adını veren koloniler, onları bir ulus olarak birbirine bağlayan bir anlaşma kaleme aldılar.  “Konfederasyon ve Sürekli Birlik Maddeleri” denilen anlaşma 1777’de Eyaletler Kongresi’nce kabul edildi)

Gücün ‘merkezi hükümette ve yürütme organlarında toplanmasının’ ateşli bir savunucusu olan Alexander Hamilton, ‘Federalist No. 70’ kitabında, yürütme gücü üzerindeki güçlü yasal ve demokratik kısıtlamalara olan ihtiyacı çok iyi anladığını göstermişti. Ancak Hamilton aynı zamanda, ne Yüksek Mahkeme'nin ne de Kongre'nin ulusal tehdit ve tehlike zamanlarında kararlı ve hızlı bir şekilde hareket edemeyeceğini de savunuyordu. Bu tehlikeler, savaş, iç ayaklanma zamanlarında ortaya çıkabileceği gibi, şu an içinde bulunduğumuz küresel salgın tehdidi için de geçerlidir.  Yürütme organına verilen yetki türleri koşullara bağlı olarak değişiklik göstermelidir; barış zamanında uygun olan şey, savaş ya da kriz zamanları için uygun ve geçerli olacak diye bir kural yoktur.

ABD Anayasa’nın başta gelen amacı, halkın isteklerine doğrudan cevap verebilecek güçlü ve seçilmiş bir hükümet yaratmaktı. Anayasanın 2. Maddesinde, kuruluşundan bu yana büyüme sergileyen ‘yürütme kuvvetinin’ ana hatları şekillendi. ‘Yürütme Gücü’, iç savaş, iki dünya savaşı, 1908, 1929 ve 2008’de yaşanan finansal kriz gibi zamanlarda, olağanüstü yetkiler tevdi edilerek arttırıldı.

İç Savaş sırasında Abraham Lincoln, Birliğin nüfusunun 20 milyondan az olmasına rağmen bir milyon erkeği orduya aldı.

Thomas Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupa'daki cepheleri destekleyen ‘Amerikan demiryolları’ aksadığında,  demiryollarını devlete ait girişimlere dönüştürerek kamulaştırdı. Franklin D. Roosevelt, İkinci Dünya Savaşı sırasında daha da ileri giderek, Lend-Lease'i (Ödünç Verme ve Kiralama Yasası) müzakere etmek için Kongreyi es geçti. 2008 mali krizi sırasında, Federal Rezerv Bankası, benzeri görülmemiş yetkilerle donatıldı ve yüzlerce milyar doları, kongre gözetimin sıkı denetimi olmaksızın, sistematik olarak önemli finansal kurumları (birkaç yabancı kurum dâhil olmak üzere) desteklemek için harekete geçirdi.

ABD tarihi boyunca gerektiğinde yürütme erkine büyük güçler tevdi etmiştir. Latin Amerika'da, yasama meclisleri, cumhurbaşkanlarına acil durumlarda benzer yetkiler vermiş, ancak daha sonra diktatörler bu yetkileri gasp ederek iade etmeyi reddetmiştir. Benzer ‘güç gaspının’ bugün Macaristan ve Filipinler'de gerçekleştiğini görüyoruz. Buna karşılık, ABD’de ‘yürütme gücü’ acil durum geçtikten sonra iktidarı topluma geri verme eğilimindedir. Seferberlikle büyüyen ordular 1865, 1918 ve 1945'te hızla terhis edilmiştir. Wilson demiryollarını birkaç yıl sonra özel sektöre iade etmiştir. 11 Eylül Saldırıları sonrasında oluşturulan ‘Patriot Act (Vatanseverlik Yasası) uyarınca yürütme organına tanınan yetkiler yavaş yavaş geri çekilmiştir.

Trump AP
ABD Başkanı Donald Trump ‘koronaya dair’ basın toplantısına giderken (AP)

 

Yavaşlık ve hız

Dolayısıyla, Amerika (krize müdahale hususunda) ilk başta yavaş davransa da, hızlanınca, muhtemelen Çin de dâhil olmak üzere çoğu otoriter yönetimin yeteneklerini geçecektir. ABD’nin demokratik meşruiyet zemininde hareket eden yapısı, uzun vadede, herhangi bir totaliter ya da otoriter yönetim biçiminden daha dayanıklı olmasını sağlamaktadır.  Buna ek olarak, ABD hükümeti, vatandaşların ve sivil toplumun görüş ve bilgilerinden, Çin'in yapamayacağı şekilde faydalanabilir. Her ne kadar ABD’de eyaletler arası bir rekabet söz konusu olsa da, aynı zamanda yeni fikirler üretmek için 50 eyaletten müteşekkil bir laboratuvar oluşmuştur. New York ve Kaliforniya valileri, ‘salgın bataklığına’ gark olmuş federal hükümetten çok daha hızlı ve kararlı bir şekilde hareket etmeye hazırlar.

Demokrasilerde, ansızın ortaya çıkan tehditlerle baş edebilmek için, ‘yürütme organına’ acil durum yetkileri verilir.

Ancak gücün etkili kullanımına dair kaygı her şeyden önce tek bir şeye bağlıdır; bu da yürütmenin bu gücü akıllıca ve etkili bir şekilde kullanacağına olan güvendir. Bu ise ABD’de bir soru işareti doğurmaktadır.

Güven iki temel üzerine kuruludur: Birincisi, vatandaşlar hükümetlerinin en iyi kararları verebilecek nitelikli kadrolara, teknik bilgiye, kapasiteye ve tarafsızlığa sahip olduğuna inanmalıdır. Karantina ve kurtarma kararlarında kapasite, itfaiyeciler, güvenlik güçleri ve sağlık çalışanlarından tutun, bu tür konular hakkında daha üst düzey kararlar veren hükümet yöneticilerine kadar, görevlerini yerine getirecek doğru eğitim ve beceriye sahip yeterli sayıda nitelikli kadroya sahip olunup olunmamasıyla bağlantılıdır. 2008 mali krizinde, ABD Merkez Bankasının (FED) Başkanı Ben Bernanke güven telkin ediyordu. Büyük Buhranı derinlemesine incelemiş bir akademisyendi. ABD vatandaşları,  FED’in yandaşlarını ve yakın dostlarını destekleme potansiyeli taşıyan siyasi atamalar yerine, FED’in başında böylesi profesyonel bir ekonomistin yer almasına güven duyuyordu.

İkinci temel ise, hiyerarşinin en üstünde yer alan şahıslara olan güvendir. ABD sisteminde bu güven ‘başkanla’ temsil edilir.

Lincoln, Wilson ve Roosevelt, krizlerle mücadele esnasında, toplum tarafından yüksek düzeyde güvenle desteklenmişti. ‘Savaş zamanı başkanları’ olarak, bu üçlü; kendi halkları tarafından ulusal mücadelenin sembolleri haline getirilmeyi başardı. George W. Bush 11 Eylül Saldırılarından sonra benzeri bir ‘güven’ kazanmıştı, ancak Irak’ı işgal ettiğinde, vatandaşlar ‘Vatanseverlik Yasasındaki’ olağanüstü yetkileri sorgulamaya başladılar.

Güven krizi

ABD bugün siyasi bir güven kriziyle karşı karşıyadır. Trump'ın seçmen kitlesi (ki yüzde 35 ila 40 oranında ‘kemikleşmiş’ seçmen kitlesi bulunmaktadır) her ne yaşanırsa yaşansın ve hangi kararları alırsa alsın onu destekleme eğilimindedir. Son dört yıl içinde bu kitle, Trump’a yönelik bir ‘derin devlet’ komplosu olduğu düşüncesiyle ‘beslendi.’ Aynı şekilde bu kitleye, Trump’ı desteklemeyen uzmanlara güvenmemeleri telkin edildi.

Başkan Trump, kendisine düşman olduğunu düşündüğü kurum ve kuruluşları aşağılamaya ve baltalamaya devam ediyor. Bunlar arasında, istihbarat kuruluşları, Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Konseyi, hatta Ulusal Oşinografik ve Atmosfer İdaresi dahi var. Birçok idari kurum, son yıllarda ‘kariyer memurlarında’ tükenişe şahit oldu. Büyük sorumluluk barındıran pozisyonlar vekâleten büro başkanlarına tevdi edildi. Trump Ulusal İstihbarat Direktörlüğünün (DNI) başına, dostu olan Richard Grenell'i vekâleten atadı. 29 yaşındaki bir partizan, federal kurumların tasfiyesini yürütürken, yönetimin; kişisel sadakati yetkinliğe ve ehliyete tercih ettiği anlaşılıyor. Trump yakında, Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü Başkanı Dr. Anthony Fauci’yi, kendisiyle uyuşmadığı için dışlayabilir.

Tüm bunlar ise ikinci temele yönelik tehlike arz etmektedir, yani başkan ve yakın çevresine olan güven. Nitekim Başkan Donald Trump üç buçuk yıllık görev süresinde, kendisine oy vermeyen ülkenin yarısı ile iletişim kurmak için bir çaba sarf etmedi. Güven inşa etmek için atması gereken basit adımların hiçbirini atmadı. Geçenlerde bir gazeteci kendisine; korku yaşayan Amerikalılar için ne söyleyeceğini sorduğunda (ki cevabı oldukça basit bir sorudur) öfkelendi ve gazeteciyi sert bir şekilde eleştirdi.

Trump'ın Kovid-19 pandemisini ciddiye alma konusunda tereddüt yaşadığı dönemde, birçok ‘Muhafazakâr’ krizde olduğumuzu inkâr etme eğilimi sergiledi, virüsü çevreleyen paniğin Trump’ı düşürmek için Demokratlar tarafından büyütüldüğünü iddia ettiler. Bir süre sonra Trump, kendisini ‘savaş zamanı’ başkanı olarak göstermeye başladı ve Paskalya Bayramı’nda ABD’de hayatın normale döneceğini açıkladı. Daha sonra söz konusu tarihin herhangi bir bilimsel tıbbi temele dayandırılarak seçilmediğini, ancak kiliselerin dolu olması için güzel bir gün olacağı için bu sözleri söylediğini itiraf etti. Belki de bu sözü verirken, Paskalya Bayramı ikliminde yapacağı seçim kampanyası üzerindeki etkilerini düşünüyordu.

Trump ve yönetiminin uyandırdığı yoğun güvensizliğin, iç politika açısında vahim sonuçları olacaktır. Demokratlar, 2 trilyon dolarlık kurumsal kurtarma fonunu ve salgınla mücadele için onaylanan ‘ekonomik teşvik paketinin’ kullanımında şeffaflık gerekliliklerini dâhil etmek konusunda ısrarcıydılar. Ancak Trump yönetimi, imzalarken, tıpkı itiraz işlemleri sırasında kongre gözetimini reddettiği gibi, bu hükme bağlı kalınmayacağı şerhini düştü. Bu durum, gelecekte sıkıntılı işletmelere ya da krizden daha çok zarar gören bölgelere yardım hususunda, acil durum yetkilerinin kullanılmasının etrafında şüpheler yaşanmasına neden olacak. Zira Trump yönetiminin şu ana kadar ki temel yaklaşımı yandaşlarını ödüllendirmekten ibaret.

Sonuç olarak, diktatörlüklerin mi yoksa demokrasilerin mi, salgınla mücadelede daha başarılı olduğu hususunda kapsamlı yargılarda bulunabileceğimizi sanmıyorum. ABD’nin performansı daha düşük olsa da, Güney Kore ve Almanya gibi demokrasiler, salgınla mücadelede nispeten başarılı olmuşlardır. Nihayetinde önemli olan rejim türü değil, vatandaşların liderlerine güvenip güvenmedikleri ve bu liderlerin yetkin ve etkili bir yönetim sergileyip sergilemediğidir. Bu noktada ABD’deki ‘derin yandaşlık’ iyimser olmamız için çok fazla imkân tanımıyor. 


*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Mustafa Yıldız

www.independentarabia.com/node/114261

 

DAHA FAZLA HABER OKU