​Irak: Kaçırılmış fırsatlar ülkesi (3)

Modern Irak tarihinin, bundan yüzyıl sonra, Homeros gibi bir şair tarafından, İlyada Destanı’nda olduğu gibi bir tür ‘zamansız efsane’ olarak değerlendirilebileceğini göz ardı etmiyorum

Iraklı Tuğgeneral Abdulkerim Kasım / Fotoğraf: AFP

Homeros, Mezopotamya ülkesini bir uzay gemisinden izleyebilseydi ne kadar şanslı olurdu!

Uyumlu bir dans tutturmuş iki âşık gibi, birbirine kâh yaklaşıp kâh uzaklaşan iki ölümsüz nehrin, sonunda en güneyde birbirlerine kavuştuğuna şahit olurdu. Büyük şair, bu iki nehrin Doğu Anadolu’daki yüksekliklerden doğduğuna da tanık olurdu şüphesiz.

İki nehrin geçtiği verimli topraklar ve etrafında uzanan cömert ovalar, birçok farklı kavmi kendisine çekmiş ve dolayısıyla bölgenin dört yanında şiddetli savaşlar yaşanmıştı. 19. Yüzyılda arkeologlar, çivi yazısıyla bir kralın lanetlendiği ne çok yazıt buldu. Oysa bir tabaka altında aynı kralı öven ve göklere çıkaran yazıtlar da vardı. Fırat ve Dicle’nin güzergâhı, farklı şehir medeniyetlerinin aynı anda ayakta kalabileceği güvenli bölgeler içeriyordu. Örneğin Mısır’da bu mümkün olamazdı, coğrafi şartlar Mısır’da tek bir güçlü devletin ayakta kalabilmesine imkân tanıyordu.

İstikrarsızlık

Bu iki nehir, yüzyıllar boyunca Orta Asya ve Arap Yarımadası’ndan gelen göçebe kabilelerin, yerleşik hayata geçmelerini sağladı. Bedevilikten medeniliğe geçiş yaptılar. Ancak (Rafideyn Vadisi) Mezopotamya, tarih boyunca istikrar yüzü görmedi, sanki böylece istikrarı esas addeden tabiatın yasalarına başkaldırıyordu.

Tıpkı depremler, volkanlar, fırtınalar, salgınlar ve sel taşkınları gibi. 

Hülagü Han, Abbasi Halifeliğinin başkenti olan Bağdat’ı işgal edip eşi benzeri görülmemiş bir yıkım gerçekleştirmesinin üzerinden altı asır geçti. Irak görece yakın tarihi boyunca üç gücün baskısına maruz kaldı. Bu güçler, kuzeyden, Orta Asya içlerinden gelen göçebe kabileler ve yine aynı bölgeden gelen Türk boylarıdır ki Osmanlı İmparatorluğu’nu kurarak buraları ele geçirdiler. Doğu’da yine bir Türk kabilesi olan Safeviler bir başka imparatorluk kurarak Irak üzerinde egemen oldu. Güneyden ise, Arap Yarımadası’ndan süreklilik arz eden Arap aşiretlerinin bölgeye göçü söz konusuydu. Her bir kabile, Mezopotamya’da adeta depreme neden oluyor ve ele geçirdiği bölgelerdeki diğer klanları, hayvanlarını otlattıkları Fırat-Dicle kıyılarından öteye sürüyordu.

Basra’yı 1914’te işgal eden İngilizler, kuzeye yönelerek 11 Mart 1917 tarihinde Bağdat’ı ele geçirdi. İngilizler askeri birliklerinin geçişlerini kolaylaştırmak için, ulaşım altyapısı kurmak zorundaydı. Dolayısıyla tren rayları döşediler, köprü ve yol yaptılar, Basra limanını modernize ettiler.  İlk elektrik istasyonunu kurdular ve petrol çıkarmaya başlayarak rafineriler tesis ettiler. Bu altyapı çalışmalarında yer alan Iraklılar süreç içinde küçük bir işçi topluluğu oluşturdu. Bu yapılar daha sonra yeni kurulan Irak Devleti’nin mülkiyetine geçti. Modern Irak bu altyapı temelleri üzerinde yükseldi.

Muhalefet

I. Dünya Savaşı'nın patlak verdiği tarihe kadar, Irak’ta Osmanlı İmparatorluğuna karşı kayda değer bir muhalefet hareketi olmamıştı. İttihatçı kadroların Sultan İkinci Abdülhamid’i 1908’de hal ederek, devletin ana referansını din olmaktan çıkarıp ulus devlet anlayışını ikame etmelerine rağmen, bu önemli değişiklik Irak kamuoyundan büyük bir tepki görmemişti. Osmanlı Devleti’nin yönetici tayin ettiği kesimler, devlete bağlılıklarını sürdürüyordu. Orta sınıfa mensup olan subaylar, Osmanlı Ordusunda görev yapmaya devam ediyordu, ancak Türk subaylarının Hülagu ve Cengiz Han’ın soyundan geldiklerini söyleyerek övünmesi karşısında da rahatsızlıklarını gizlemiyordular. Bu duygu daha sonra söz konusu subayların Kral Faysal bin Hüseyin’in başını çektiği Arap Devrimi’ne katılmalarında da etkili olmuştur.

ABD yönetiminin 2003’teki işgalden sonra kendi ülkesindeki seçim sistemini Irak’a dayattığı gibi, İngiltere Sömürge Bakanlığı da, İngiltere’deki yönetim sistemin bir benzerini Irak’ta uygulamak istedi. İngilizler bu konuda Irak’ın özel şartlarını ve toplumsal dokusunu dikkate almadı. Ezici çoğunluğun okuma yazma bilmediği bir toplumda, seçimlerin toplum geneline yayılmasının bir anlamı yoktu. Toplumun büyük çoğunluğunu yerleşik ve yerleşik olmayan aşiretler oluşturuyordu. Buna ek olarak, çok farklı etnik ve dini gruplar mevcuttu. İngilizlerin kurduğu bu yeni sistemle birlikte, Irak’ın ulusal birliğine bir darbe vurulmuş, günümüze kadar devam eden sorunların temeli atılmıştı. Üstelik İngiltere benzeri bir monarşinin tesis edilmeye çalışılması, zaman içinde kaçınılmaz bir şekilde başarısız oldu. İngiltere’deki ‘Anayasal Monarşi’ devletin tesis edilişinden yüzyıllar geçtikten sonra mümkün olabilmişti. İngiliz toplumu nice badireler atlatarak, ulus devlet bilincine kavuşabilmişti. Irak’ta ise kralın öncelikli görevi, yeni devletin kurumlarını tesis etmekti.

İki gerçeği teslim etmek zorundayız.

Birincisi: Iraklı idareciler ülke yönetiminde deneyimsizdi. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu döneminde devlet idaresinde yer almış olsalar da,  daha çok valilerin kişisel çıkarları ya da Babı Ali’nin menfaatleri doğrultusunda kullandığı araç mesabesindeydiler. Aynı yargı Memlüklüler dönemi için de geçerlidir.  

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İkincisi; aşiret şeyhlerinin, Mithat Paşa aşiret topraklarını (kamu arazileri), aşiret şeyhinden kiralanmış gösteren tapuları dağıtışından bu yana, İstanbul yönetimine ödedikleri yüksek kiralardan yakınmaya cesaret edememiş olmalarıydı.

Irak’ta kümülatif kolektif bir yapının gelişmemiş olması bu halkı diğer toplumlardan ayırt edici vasıflardandı.

Iraklılar itaati bir zorunluluk olarak görüyordu ki otoriter sistemlerde itaatsizliğin cezası kellenizin uçması anlamına geliyordu. Dolayısıyla Iraklılar baskıcı sistemlere itaat ederken, otoritenin zayıfladığı zamanlarda da isyana meyilli oluyordu. Irak’ta tesis edilen ‘Monarşi’ Osmanlı döneminde kendine yer edinmiş Aristokrat diye tanımlayabileceğimiz kesimlerce sert bir direnişle karşılaştı. Çünkü Kral Birinci Faysal, yönetimde Aristokrat ailelerin çocuklarına yer vermemeyi tercih etmişti. Kral Faysal daha çok Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak Babı Ali’ye karşı başlattığı Arap Devrimi’ne iştirak eden Iraklı subayları üst düzey görevlere getirdi.

Osmanlı dönemindeki etkilerini yitirmekten rahatsız olan Aristokratlar, genellikle orta sınıfa mensup olan ‘şerifçi’ subayları aşağılıyordu. Onlara göre Nuri Said Paşa ve Cafer el-Askeri gibi subaylar orta sınıf temsilcileriydi. İngiltere ile yapılan anlaşmalar ve manda yönetimi süreci ile Irak’ın 1932’de Birleşmiş Milletlere üye olmasına itiraz geliştiren Aristokrat sınıf, bu durumları adeta ‘Hz. Osman’ın kanlı gömleği’ olarak, kitleleri monarşi aleyhine kışkırtmak için kullandı.

Komünizm ve Arap Milliyetçiliği

Irak’taki Komünist ve Arapçı hareketler, toplumun doğal bir gelişimi olarak ortaya çıkmadı. Bu hareketlerin ortaya çıkışının iki ana sebebi vardı. Bunlardan biri 1917 Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi, diğeri de 1933’te Adolf Hitler'in Almanya’nın başına geçmesiydi. 1920'lerde şehirlerde yaşayan birçok orta sınıf vatandaş, eski geleneklerin hüküm sürdüğü kapalı bir sistem içinde yer alıyordular. Sadece Bağdat’ta 1918 yılında 110 bağımsız aşiret vardı ve bu aşiretlerin 1186 alt aşireti bulunmaktaydı. (Kaynak: Hanna Batatu – Irak adlı eser – ikinci cilt)

Taşrada ise aşiret şeyhlerinin egemenliği söz konusuydu. İngiltere aşiret şeyhlerini kendi tarafına çekebilmek için, vergilerini düşürmüş ve onlara ek imtiyazlar tanımıştı. Kral Faysal ise tam bağımsızlık istemesine rağmen, ordu kurumunun yetersizliği dolayısıyla, ülke sınırlarını koruyabilmek için İngiltere’ye bağımlı haldeydi. Sovyetler Birliği’nden gelen haberler, birey karşıtı bu kapalı toplumlar içinde sıkışmış hisseden okumuş kesimi heyecanlandırıyordu. O dönemde sınırlı sayıda da olsa, Arapçaya çevirilerin yayınlandığı, İşçi Aylığı gibi dergiler vardı. Ayrıca Fransa merkezli Levant gazetesinin de etkisi oluyordu. Orta ve üst sınıflara mensup bazı aydınların solcu eğilimler göstermesi, okuyan kitleler arasında sola olan ilginin artmasını sağladı. Hüseyin Rehhal (Irak’ta Marksizm ideolojisinin öncüsü) Mahmud Ahmed Seyyid gibi aydınlar gençleri etkiliyordu. Mahmud Seyyid aynı zamanda Irak’ta ilk romanı yazan kişidir, Celal Halit adındaki bu eserde komünist düşüncelere rastlanır.

Ancak bu sosyalist eğilimli taife, Sahafe adlı gazetedeki ‘tuhaf ecnebi’  yayınları dolayısıyla toplum tarafından dışlandı. Camilerde hocalar, Cuma namazlarında bu kesim karşıtı hutbeler verdi. Irak sol hareketinin oluşmasında en büyük katkı şüphesiz,  Asur kökenli Piotr Vassili adındaki bir Gürcistanlı terzinindir. Vassili, Gürcistan Tiflis’te büyümüştü, Arapça, Farsça, Rusça ve Türkçe ’ye vakıftı. Babası Osmanlı zamanında Irak’ın Amadiye şehrinden Gürcistan’a göç etmişti.

Vassli

Piotr Vassili, 1922'de İran üzerinden Irak’a geldi, yetenekli bir terzi olarak tanındı. Güney kentlerinin birçoğunda çalıştı, yerel terzilere, yeni yöntemleri öğretti. Nasıriye’de çalışırken artık neredeyse ülke çapında bir şöhrete kavuşmuş ve halk arasında tanınır olmuştu. Vassili’nin komünist ideolojisinden, Yusuf Selman, Davud Selman ve Gali Zuveyyid adındaki kişiler etkilendi. Üçü de Nasıriyeliydi ancak Basra şehrinde de etkin bağlantıları vardı. Bu üçlü, Nasıriye Komünist Hareketi’nin temellerini attı. (Hanna Batatu – Irak adlı eser –ikinci cilt)

Denilebilir ki Irak Komünist Partisinin oluşması, yerel sebeplerden kaynaklanıyordu. Daha medeni ve gelişmiş ülkelerin aksine, Irak’ta yaygın bir işçi kesimi yoktu, çiftçiler de aşiret şeyhlerinin ve din adamlarının vesayeti altındaydı. Buna rağmen Iraklı Komünistlerin öncelikli hedefi yeni kurulmuş devleti yıkarak yerine Komünist devleti ikame etmekti. Bu tutumları, tarih dışından gelen bir kahramanın, tüm dengeleri bir anda altüst etmesi özlemine benzetilebilir. Örgüt adı ‘fehd’ olan Yusuf Selman, Moskova’daki üniversite eğitimini tamamlayıp 1937’de Irak’a döndüğünde, bazı örgüt arkadaşlarına şöyle söylemişti: "Biz her ne kadar komünist olsak da, Irak’ta komünist bir rejim kurmayı düşünmüyoruz." Yani bu kesimin asıl amacı ve görevi; monarşiyi sona erdirmek ve uzak bir gelecekte sosyalist bir devletin oluşabilmesi için bir ‘ihtimal’ doğurmaktı. Dini cemaatlerdeki ‘kurtarıcı’ akidesine benzer bir inanç taşıyordular. Halk tarafından yöneticileri bilinmeyen gizli bir örgütlenme oldukları için, süreç içinde birer efsaneye dönüştüler. Dolayısıyla örgütün alt tabakasında yer alanlar, yöneticileri meleksi varlıklar olan eşitlikçi, hayali bir toplum inşa etmek için yeri geliyor canlarını feda ediyordu. İdeolojinin haklılığı delillere değil adeta mutlak bir inanca dayanıyordu. Irak sol entelijansiyası, 1940-1950’li yıllarda oldukça radikaldi, monarşi yönetiminin sonlandırılması hedefi, ülke içindeki farklı grupları bir araya getiren nadir hususlardan biriydi. Monarşi yıkılmalı, bir geçiş dönemi olmalı, ardından da ‘komünist toplum’ idealine ulaşılmalıydı.

"İdeolojik Kaldıraç"

Iraklı siyaset bilimci Hanna Batatu, Irak yakın tarihini ele aldığı "Irak" kitabının ikinci cildini Komünist hareketlere ayırmıştı. Hanna Batatu’ya göre, Irak Sosyalistleri, toplumdaki diğer muhalif kesimler tarafından, monarşiyi yıkmak için "ideolojik bir kaldıraç" olarak kullanıldıklarının bilincindeydi. Toplumda geniş karşılığı olmamasına rağmen 40’lı ve 50’li yıllarda Komünist hareketin bu kadar etkili olmasının ana nedeni de bu idi. Bu süreçte yaygınlık kazanan ikinci siyasal akım ise, Arap ulusalcılığı akımıydı. Hitler’in Almanya’da yönetime gelmesi ve Germen ırkının üstünlüğünü savunması, zaten Birinci Dünya Harbi’nden sonra yükselişte olan ulusçuluk akımının, Ortadoğu’da da yaygınlaşmasına neden oldu. Arap birliği fikri, tüm Arap uluslarının bir devlet başlığı altında toplanması, alışkanlıkları ve düşüncelerinin sentezlenmesine dayanıyordu. Filistinlilerin ‘taksim planına’ karşı 1937’de başlattığı başkaldırının, Arap toplumları tarafından benimsenmesi de, ‘Arap ulusçu’ hareketin bu toplumlarda daha fazla kabul görmesine neden oldu.

Nasıl ki resmi tarih öğretisi, Abbasi ve Emevi dönemlerini, ideal dönemler olarak tasvir ediyor ve o dönemlerde yaşanan şiddet ve haksızlıklara değinmiyorsa, Irak’ta monarşinin kurulmasının ardından, tüm Osmanlı tarihi bir çırpıda yok sayılarak, karanlık çağlar olarak addedildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim biçiminin, gerçekçi ve derinlemesine bir okumaya tabi tutulmaması, adeta geçmişle tüm bağların kesilmesine ve ‘şimdinin’ kavranamamasına neden oldu.

Şubat 1941’de, başlarında Selahaddin es-Sabbağ’ın olduğu dört general tarafından darbe yapıldı, daha sonra bu askerlere ‘Altın Dörtlü’ denilecekti. Darbeci subaylar İngilizlerle çatıştı, ancak İngiltere ‘devrimcileri’ hezimete uğratarak bir kez daha Irak’ı doğrudan işgal etti. Prens Abdulilah’ın tekrar yönetimin başına geçmesini sağladı. Bu süreçte İngiltere, sadece kendisine bağlı olduğunu düşündüğü kişilerin devlet yönetiminde yer almasına izin verdi. Bu deprem, daha sonra ortaya çıkacak birçok ‘Arap ulusçuluğu’ hareketinin işaretçisiydi. Tüm hareketlerin ortak hedefi İngiliz destekli monarşi yönetiminden kurtulmaktı. Suriye’de 1947 yılında Baas Partisi kuruldu, kısa sürede birçok Arap ülkesinde şubeler açtı. Bu bağlamda, önceleri bir isim benzerliğiyle 1947 yılında da Irak Baas Partisi kuruldu.

Suriye Baas Partisi, Irak Baas Partisi’nin 1952 yılında tanıdı. Parti başkanlığına genç mühendis Fuad Rekabi getirildi. Baas Partisi, komünizm ve ulusçu anlayışı, Hitler’in yaptığına benzer şekilde bir araya getirmişti.

Baas Partisi’nin öncelikli hedeflerinden biri; tüm Arapları bir çatı altında toplamaktı. Ancak süreç içinde, sert ideolojik yaklaşımı benimseyen bu partinin başarılı olamayacağı anlaşıldı. İki gizli örgüt; Baas ve Komünist Parti’nin toplum içinde etkisini arttırması, 1950’ler de büyük bir felaketin yaşanmasına zemin hazırladı. Bu süreçte, ‘Irak treni’ raydan çıkarak felakete sürüklenecekti.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Mustafa Yıldız

independentarabia.com/node/101862

Birinci bölüm - İkinci bölüm

DAHA FAZLA HABER OKU