Tuhaf zamanların hikayesi

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Çinlilerin bir bedduası var:

Tuhaf zamanlarda yaşa. 


Zamanın tuhaflığını daha önce de duymuştum. Özellikle 1914-18 yılları arasında devam eden Birinci Dünya Savaşı dönemine de tuhaf zamanlar denildiğini zaman zaman tanık olmuştum.

Çocukluğum bu tuhaf zamanların hikayelerini dinlemekle geçti.

Ben 51 yaşındayım, çocukluk yıllarımdan bu yana, çok sayıda insanla karşılaştım, görmüş geçirmiş yaşlılar tanıdım, ibretlik hikayelerini dinledim.  

Osmanlı-Rus savaşında yedi yıl Ruslara esir düşen, sonra doğduğu köye geri döndüğünde, köyden kimseyi tanımadığı, evlerinin yıkıldığı; köyden kimsenin de onu tanımadığı insanların hikayelerine, boğazlarında düğümlenen acılarına tanıklık ettim. Hepsi de sıradan, yoksul, isimsiz insanlardı. 

Çoğu sessiz, sedasız hayatlarını noktaladı. Ne bir izleri kaldı, ne de adları.

Hayatlarında açlık da vardı, göç de. Ekmeğin bir altına dönüştüğü, hatta hiç bulunmadığı zamanlarda yaşayan insanlar yaşamıştı, doğduğumuz bu topraklarda.

Nan Weşey1 denilen, Birinci Cihan Savaşı’nın koşullarında, çocuklarını açlıktan ölmesin diye, varlıklı ailelerin kapılarına bırakıp, kaçan; aç sefil yollara düşen insanların tuhaf zamanlardan arda kalan hikayelerini duymuştum.

Dokuz çocuğunu ve eşini salgın hastalıktan kaybeden, hayatta kalmak için Fırat Vadisi’nin tenha mağaralarına sığınan, oldukça yaşlı bir dedeyle karşılaşmıştım yıllar önce.

Yaşı oldukça ilerlemesine rağmen, anlatımı beni müthiş etkilemişti. Bir roman kahramanı gibiydi Xal Mehmed. 

Dokuz evladını ve hayat arkadaşını toprağa vermişti o tuhaf zamanlarda. Sonra zamanın normalleştiği dönemlerde bir kez daha evlenmişti.
 

Xal Mehmed.jpg
Xal Mehmed / Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş - Independent Türkçe


Tuhaf zamana inat uzun yaşamış, ölen çocuklarının adlarını yeni doğanlara tek tek vermişti. 

Tam 117 yıl yaşamış, sonra sessizce doğduğu dağ köyünde hayatını noktalamıştı, yirmi yıl önce. 

Görüşmemizde şunları anlatmıştı bana:

Seferberlik dönemiydi. Salım diyorlardı. Bir gün köyden bir kaç kişi hastalandı, biz geçer diye beklerken, hastalığın kötü bir şop 2 olduğunu duyduk. Kısa sürede çok kişi hastalandı. Benim tam dokuz çocuğum ve anneleri öldü. İnsanlar kuş gibi çırpınıyor, sonra da ölüyorlardı.  Bu nedenle birçoğumuz köyleri terk edip, mağaralara sığındık. Bu kez açlık başladı. Günlerce meşe palamudu yedik. Sonra çaresiz köye döndük. Uzun süre birçok evin bacasından duman yükselmedi, birçoğu bu yolculuktan hiç geri dönmedi, koca Fırat bile ölüm koktu o zaman.


Anlatırken gözleri dolmuş, sesi titremişti Xal Mehmed’in. Hüznü gözlerine çökmüş, alnında derin izler açmıştı.

Konuştuğunda sesi çatallaşıyor, acısı yüzüne vuruyordu. İnadına bir yaşam sürdü Mehmet Dayı. 

O yaşlarında kimseler kalmadı artık, onları dinleyenler bile yaşlandı.

Her şey çok gerilerde kaldı, bizim nesil acıları dinleyerek büyüdü, savaşın, açlığın, salgın hastalıkların, tuhaf zamanların korkunç yüzünü büyüklerimiz yaşadı.

Biz ise daha çok savaş sonrası çalkantıları, sorun ve sıkıntıları yaşadık; halen yaşıyoruz. 
 

1 (3).jpg
1817-1824’de Asya ve Avrupa’da ortaya çıkan kolera salgını, yaklaşık 1500 bin kişiyi öldürdü / Görsel: Twitter


Şimdi başka bir tuhaf zamandayız. 

Çinlilerin bedduaları tutmuş gibi. Hem kendileri tuhaf zamanın ölümcül tünelinden geçtiler, geçiyorlar; hem de insanlığın geneli ölümün soğuk yüzünü, küçük bir virüsün varlığında görmüş oluyorlar. 

Virüs, Çin’in şanssızlığı mıdır, yoksa virüsün ortaya çıktığı günlerden bu yana gündeme gelen komplo teorilerinin bir sonucu mudur?

Bilmiyorum, bilmeme de imkan yok.

Her şey çok karışık ve karanlık. 

Bir biyolojik saldırı da olabilir, doğal olarak insanlara geçen bir virüs de.

Gerçek olan bir şey var, herkesin bildiği gibi dünya ölümcül bir virüsün tehdidi altında.  

Başta Çin, İran, İtalya ve başka ülkeler olağanüstü günler geçiriyor, geçirecek.

İnsanlık, tarih boyunca çok olay yaşadı, savaşlar gördü, açlık çekti, vebayla karşılaştı.

Bir tarafta insanlık kara vebadan dut gibi dökülürken, diğer tarafta yaşayanlar olaylardan habersiz hayatlarını sürdürdü.

İletişim, ulaşım ve ticaret bu denli gelişkin olmadığı için bir olay başka bir olayı tetiklemiyor, sorunlar kısmen yerinde kalıyordu.

Ama göç, salgın hastalık ve savaş her zaman ağır travmalar doğurup, zaman zaman da tarihin gidişatını bile değiştirdi.

Bu kez, durum önceki dönemlerden çok farklı. 

Tarihte ilk defa insanlık genel olarak bir gündeme yoğunlaşıyor. Bunun bir ilk olduğunu düşünüyorum.

Daha önce de bunalımlar, sorun ve sıkıntılar dünya genelinde yaşandı; ama hiç bu kadar küresel etki göstermedi. Küreselleşme meselesinde koronavirüs bir ilk oldu. 

Nereye gider bilemiyorum.

Belki abartı var ya da bilmediğimiz birçok karanlık nokta.

Çin’den İran’a, İran’dan İtalya’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya yayılan küresel bir tehditle söz konusu.

Koca koca ülkelerde planlanan her şey, küçücük bir virüsün çelmesiyle yerle bir.

Virüs şimdi her yöne yayılma sürecini sürdürüyor.

Ne zaman duracağı da belli değil.
 


Yani, yeniden tuhaf bir zamandayız.

Tuhaf olan başka bir şeyler de var. Tarih boyunca insanlık savaşa ne kadar kafa yormuşsa, salgın hastalıklar o kadar fazla olmuş. M.Ö ve sonra durum hiç değişmemiş.

Savaş, göç, salgın ve açlık, at başı yürümüş, salgın açlık savaşlardan daha korkunç sonuçlar doğurmuş.

Acaba diyorum, Ortadoğu bu kadar kaotik ortam ve dünya genelinde süren küçük büyük çatışmalar olmasaydı, bu virüs bu kadar etkili olabilir miydi?

Ya da böyle bir virüs ortaya çıkar mıydı?

Bugün koronavirüsün görüldüğü ülke sayısı 110 civarında, vaka sayısı ise yüzbinlerle ifade ediliyor ve sayı giderek artıyor.

Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan virüsün yayılma hızı, İran ve İtalya’da salgının ülke geneline yayılması, Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) koranavirüs pandemi ilan etmesi, dünya genelinde yaşanılan panik ve karmaşa, iktisadi dalgalanma ve daha birçok sarsıcı gerçek tuhaf zamanlara geçişin göstergesi gibi.

Kesin olan bir şey var ki, bu satırlar yazıldığında "tuhaf zaman" daha bir tuhaflaşarak, insanlığı tehdit etmeye devam ediyor olacak.

Birinci Dünya Savaşı sırasında İspanya’da görülen İspanyol gribinin sonuçları tarihin tozlu raflarında duruyor. Savaşın yıkım gücüne, bir de gribin ölümcül darbesi eklenmişti.
 

ispanyol gribi ap.jpg
Fotoğraf: AP


Bu bir tesadüf olamaz. 

Yine 13’ncü yüzyılda iç karışıklarla kıvranan Avrupa’da kara vebanın ortaya çıkması da bir tesadüf olamaz.

İnsanlar savaşa kilitlenince, sağlık geride kalıyor, sürekli öteleniyor, hatta önemsiz hale geliyor.

Suriye, Libya, Sudan ve Yemen’de süren çatışmalar insanların yaşam standardını ne kadar düşürdüğü ortada. Ne sağlık var, ne de insanca bir yaşam.

Şimdi de koronavirüs çıktı ortaya. Tahmin bile edemeyeceğimiz kadar güçlü bir silah.

Çünkü virüs insandan insana bulaşıyor ve alabildiğince hızlı hareket ediyor. Ne sınır tanıyor, ne de ordu.

Mesela patriot, S-400 ve başka gelişmiş silahlar virüse kâr etmiyor, etkilemiyor.

İnsanları öldürmek için geliştirilen süper silahlar, insanları öldüren küçücük virüsü öldüremiyor, yayılmasını durduramıyor.

Balistik silahlar kıtadan kıtaya kentleri vurabiliyor, ama İran’ın, Çin’in kalabalık bir kasabasına, İtalya’nın sahil kentine bir moral fişeği bile atamıyor.  

Bu tuhaf zaman insan aklıyla adeta alay ederek, küresel bir salgının göstere göstere yayıldığını bize gösteriyor.

Günlerdir TV, gazete gibi basın kuruluşları ve sosyal medya Çin’de yaşanılanları evimize taşıyor, felaketin ayak seslerini gösteriyor.

Önce Çin, sonra İran ve İtalya ve sırada başka ülkeler koranavirüsün pençesinde.

Oysa kısa bir zaman önce bütün dünya, Ortadoğu meseleleriyle meşguldü, her ülkenin masasında bir Suriye dosyası açık bir şekilde dururken, yüz binleri bulan sığınmacı akını batılı devletlerin korkulu rüyası olmuştu.

Peki şimdi?

Bütün dosyalar rafta.

Çünkü savaş dahil, bütün sorunları örtebilecek bir sorunumuz oldu.

Nur topu gibi değil ama virüslerin kralı, hem de taçlı.

Bu nedenle adına "korana" virüs deniliyor, yani "taçlı" virüs.

Oysa bu kez durum farklı.

Dünya, tarihte eşi benzeri olmayan bir refleksle karşı karşıya. Dünya hop oturuyor, hop kalkıyor.

Herkesin tek gündemi var; koronavirüs.

Ne savaş, ne bölgesel anlaşmazlıklar ve ne de ekonomik durgunluk, hiçbiri gündemin en tepesine oturamıyor. 

Dünya tek gündemle meşgul.

Tarihin hiçbir evresinde böylesi bir durum yaşanmadı.

Kara veba Avrupa’da sınırlı kaldı, ebola Afrika’yı vurdu, sıtma başka bölgeleri.

Ama şimdi durum çok farklı. Son tahlilde dünya tek bir gündeme kilitlenmiş durumda.

Tek gerçeklik virüs çok küçük ve her yerde tetikte bekliyor.

Yani hikaye uzun bir yol hikayesi gibi duruyor.

İnsanlık üç beş ay öncesine kadar Üçüncü Dünya Savaşı'nı tartışırken, bugün bambaşka ölümcül bir mesele yüzünden tam anlamıyla şoku konuşuyor.

Zerre kadar bile büyüklüğü olmayan bir virüs iki üç ayda bütün dünyayı tehdit etme noktasına geldi.

Bugün koronavirüs artık bütün sorunların üzerini örtmüş görünüyor. Çünkü o kadar hızlı ki kimse nerede, ne zaman ortaya çıkacağını tahmin bile edemiyor.

Bu virüsle baş etmenin yoluna gelince, sanıldığı gibi tek başına ilaçla değil, eşitlikçi bir siyasal yaklaşımla çözülür.

Çünkü ülkeler, toplumlar, inançlar, sınıflar arasında ki düşmanlık sistematiği salgınlarla mücadelede en büyük engel.

UNICEF açıklamasında, koronavirüsle mücadelede el yıkamanın önemine vurgu yapıyor; ama arkasından da dünya genelinde 3 milyar insanın evlerinde, ellerini sabun ve suyla yıkayacağı bir lavabosunun olmadığı ifade ediliyor.

Yani yoksul olan bu yığınların virüsten korunması için önlem alabilecek, bahsedilen önlemlere ulaşabilecek güçleri yok. 

Bu da küresel salgını daha bir dramatik hale getiriyor. 

Gerçeklik bu, buna göre hareket etmek, bu tuhaf zamandan sıyrılmak için küresel bir hareket planı bir zorunluluk artık… 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU