Abdullah Gül söyleşisinden akılda kalanlar

Doç. Dr. Tercan Yıldırım Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Karar gazetesi

Türkiye gibi gündemin çok hızlı değiştiği bir ülkede 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geçen hafta Karar gazetesine verdiği mülakat ve buna verilen çeşitli tepki ve hatta tepkisizlik haline dair bir yazı kaleme almak için epey geç kaldığımın farkındayım.

Kuşkusuz bu mülakatla ilgili birçok yazı yazıldı ve yorumlar yapıldı. Bize de biraz arkamıza yaslanıp mevzuyu anlamaya çalışmak düştü. Takdir edersiniz ki toz duman dağıldıktan sonra görüş mesafemiz daha açık olacaktır. 

Eski Cumhurbaşkanının mevcut açıklamalarını AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in bir nevi görmezden gelerek gündemin dışında tutmak istediğini söyleyebiliriz.

Hükümet kanadından en yüksek sesli tepki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından yapıldı:

O günkü Cumhurbaşkanımızın sanki o olayların yaşandığı bir ülkede yaşamıyormuş gibi bugün söz söylemesi de bırakın İçişleri Bakanlığı'nı, bu ülkenin bir ferdi olarak, Süleyman Soylu olarak içime hançer gibi saplanmıştır. Hem Tayyip Erdoğan’ı yalnız bırakacaksınız hem Tayyip Erdoğan’ın karşısında birileriyle anlaşma yapacaksınız, ondan sonra da bugün gelip sırça köşklerinizde devletin size sunduğu bütün imkanlarla bu milletin size verdiğini bir şekilde bu millete kötülük olarak anlatmaya çalışacaksınız. Yazıklar olsun size...


Akabinde Gül, Gezi olayları ile değerlendirmelerinin yanlış anlaşıldığı ve saptırıldığı üzerine Twitter'da bir paylaşımda bulundu.

Röportajda dile getirilen hususlar tahlil edildiğinde; Abdullah Gül’ün iç ve dış politikaya dönük açıklamalarında iktidarın kuruluş ilke ve değerlerine yaptığı vurgu dikkat çekiyor.

Özellikle, Gül, partinin ilk dönemlerinde siyasal İslam paradigmasından koparak, dindar insanlar olarak özgürlükçü-demokrat bir siyaset izlediklerini, devleti rasyonel esaslara göre yönetmeyi başardıklarını ve tüm İslam dünyasına o dönem için ilham kaynağı olduklarını belirtiyor. 

Abdullah Gül röportajında siyasal İslam’ın çöküşünü önceden gördüklerini ve demokratik paradigmaya geçtiklerini söylüyor.

Peki, o dönemde ne olmuştu? Kısaca hatırlatalım. 
 

erbakan-gül.jpg
Milli Görüş Lideri merhum Necmettin Erbakan ile Abdullah Gül


Bilindiği üzere 28 Şubat post-modern darbe süreciyle birlikte “siyasal İslamcılık” akımının temsilcisi konumundaki Refah Partisi ve Fazilet Partisi'nin art arda kapatılması ve parti içi liderlik mücadelesinin de etkisiyle yeni bir parti doğmuştu.

Millî Görüş lideri merhum Necmettin Erbakan’ın sistemle kavgalı durumu, kurulan partilerin sistem tarafından marjinal alana itilmesi ve bu doğrultuda ortaya çıkan meşruiyet krizi vb. gidilen istikametten memnun olmayan yenilikçiler, İslamcı siyasetten ve hedeflerden vazgeçerek muhafazakar demokrasiyi partinin ideolojik programı olarak kabul etmişlerdir.

Dönemin kurucu kadrosu İslamcı paradigmanın yenildiği ve çöktüğü üzerinden İslamcılığı, İslami değerlere önem verme kabilinden anlayarak, muhafazakarlık ile özdeşleştirmiş ve bu yeni siyaset anlayışı ile liberal ve demokratik değerleri mecz etmeye çalışmıştır.

Başka bir ifadeyle küresel konjonktür de hesaba katılarak siyasal İslamcılığın “aşırıcılığı” törpülenerek “ılımlı” hale getirilmiştir.

Özellikle anti-emperyalist ve anti-siyonist söylemin kökten değiştiğini, serbest piyasa gibi liberal ekonomik anlayışların benimsenmesi, AB uyum yasaları ve Kopenhag Kriterleri gibi süreçleri takip ederek gözlemlemek mümkündür.

Abdullah Gül’ün her konuşmasında bir şekilde değindiği temel felsefe ve değerler işte bunlardır. 


AK Parti söz konusu paradigmadan nasıl kopmuş ve doğan boşluk nasıl doldurulmuştu?

Kuruluşunun ilk yıllarında AK Parti, meşruiyet kaygısıyla milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık düşüncelerini harmanlayarak Türk sağı içerisinde kendisine sağlam bir zemin oluşturmuştur.

Millî Görüş anlayışı tamamen terk edilmese de yerine dindar bir muhafazakarlık yorumunun konulduğu görülür.

Başka bir ifadeyle AK Parti'nin sağ kulvarda yer almasının dayanak noktası olan muhafazakâr düşüncenin dilinin, kapsamının, sembollerinin ve değer yargılarının belirlenmesinde dinsel kimlik etkin rol oynar.

Bu İslami çizgiyi birçok uygulamada görmek mümkündür. 

Kuşkusuz parti, birçok eğilimin bir araya gelmesiyle oluştuğundan kimilerinin siyasal İslamcılığı devam ettiği kimilerinin ise Batı eksenli liberal değerleri içselleştirmiş olduğu söylenebilir.

İlerleyen dönemlerde bu ayrımın hatlarının daha belirgin hale geldiği son zamanlardaki değişim-dönüşümlerden hareketle çok daha net anlaşılmaktadır. 
 

davutoğlu reuters.jpeg
Fotoğraf: Reuters


Söz konusu röportajdaki “siyasal İslam’ın bittiğine” dair yoruma ilk tepkinin Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’ndan gelmesi hayli dikkat çekici.

Gelecek Partisi liderinin tepkisi daha çok akademik zemindeki bir terminoloji tartışması gibiydi. Davutoğlu, gerçekten kavramın oryantalist kullanımına mı takılıyor yoksa bu kavramı Müslümanca siyaset yapmanın yanlış adlandırması mı okuyor şimdilik bilemiyoruz. 

İlk bakışta Tunus’un “eski İhvân’ı” olarak nitelendirebileceğimiz En-Nahda hareketine yakın bir görüntü verdiğini düşündüğümüz Davutoğlu’nun siyasal İslam noktasındaki çıkışı hareketin lideri Raşid el-Gannuşi’nin birçok yerde söylediği (Le Monde, 19 Mayıs 2016; Foreign Affairs - Eylül/Ekim 2016) “siyasal İslam’ı terk edeceklerini” ve artık kendilerini “Müslüman demokratlar” olarak tanımlayacaklarına dair açıklamalarıyla çelişiyor.

Gannuşi’nin özetle İslami değerlerin temel itici güçleri olması kabiliyle demokratik olarak tüm toplumu kucaklanması gerektiği minvalinde ifadeleri olmuş ve partisi En-Nahda da 10. Olağan Kurulu'nda bu durumu parti programına da kavuşturmuştu. 

Davutoğlu, hangi terminolojiyi kullanırsa kullansın Gül bu durumu farklı bir bağlamda okuyor ve aslında Libya, Mısır, Sudan, Cezayir vb. tecrübelerden hareketle realist bir perspektif sunuyor.

Tekrar “fabrika ayarlarına ve kuruluş ilkelerine dönüş” düşüncesine gelirsek; aslında Davutoğlu ile Gül ortak noktada buluşuyorlar. Ancak iki hareket arasındaki eksen farkı gözden kaçmıyor. Şöyle ki;

Gül-Babacan tarafı AK Parti'nin kuruluş dönemindeki Batıcı ve liberal değerlere vurgu yaparken, Davutoğlu daha çok durumu Müslüman demokratlık ekseninde ele alarak geleneksel bir tavır alıyor.

Burada Davutoğlu, partisinin çoğunluğunu AK Parti tabanının oluşturan milliyetçi-muhafazakar çizgiye dayanacağının farkında ve özgürlük-güvenlik dengesi öneriyor.

Gül-Babacan hattı ise daha çok özgürlük-ekonomi temelli toplumsal ihtiyaçlara yöneleceğe benziyor.

Muhtemelen ideolojik bir parti olmanın ötesine geçerek toplumun tüm kesimlerine hitap edecek bir siyaset anlayışını takip edecekler.

Realist ve pragmatist bir bakışın hâkim olduğunu düşündüğüm Babacan-Gül ekibine göre Davutoğlu, daha romantik bir tutum sergiliyor ve AK Parti'nin ilk yıllarındaki felsefi arka plana adeta özlem duyuyor. 

Söz konusu paradigma benzeşmezliği ve günü farklı okuma biçimleri, Babacan-Davutoğlu birlikteliğinin neden gerçekleşmediğine dair izler taşıyor.

Ancak Davutoğlu’nun ve Gelecek Partisi sözcüsü Selim Temurci’nin (AK Parti İstanbul eski il başkanı) geçen haftalarda Habertürk televizyonunda yaptığı Babacan’ın söylemleriyle herhangi bir farkları olmadığı ve neden birlikte hareket etmediklerinin onlara sorulması gerektiği minvalindeki açıklamalarından bu farkın şimdilik -en azından Gelecek Partisi için- hayli belirsiz olduğunu çıkarmak mümkün.

Röportaja tekrar dönersek;

Bir başka kuruluş ilke ve değerleriyle ilgili yoruma dış politika konularında rastlıyoruz. Burada Gül, Atatürk dönemine benzer “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasına benzer bir tutum takınıyor.

Ve bunu kendi ifadesiyle “Ülke içerisinde barış, istikrar ve güvenlik; bölgede barış, istikrar ve güvenlik” şeklinde formülize ediyor; buna 1 Mart tezkeresini örnek veriyor.

Suriye’de savaşa girmekten kaçınılması gerektiğini ve hükümetin siyasi (söylemese de Esad ile konuşmayı kastediyor) çözüm aramamasını eleştiriyor. Zira hiçbir çıkış stratejisi olmadan bir cephe açıldığı üzerinden eleştirilerine devam ediyor.

Ardından Türk-Mısır ilişkilerini düzeltilmesi üzerinde duruyor. Rusya ile ilişkileri ölçünün kaçtığı üzerinden eleştiriyor ve demokratik-çoğulcu bir ülke olabilmek için, Batı bloku içerisinde Avrupa’yla birlikte hareket edildiği takdirde birçok sorunun üstesinden gelineceğini savunuyor.

Özetle dış politik kararların konjonktürel tepkilerle, kızgınlıkla mı alındığını sorarak örtülü şekilde iktidarı eleştiriyor.

Dış politika eleştirisinde “Yeni-Osmanlıcı revizyonizme” karşıt bir tutum takınıyor. Bir nevi yukarıda ifade edildiği üzere "Yurtta sulh, cihanda sulh" anlayışının yeni temsilcisi olmaya aday gibi duruyor.

Türkiye’nin dış politikada yalnızlaştığını 2009-2010 döneminde BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği için Birleşmiş Milletler Genel Kurul seçimlerini büyük farkla kazandıkları (Dışişleri Bakanı'nın Ali Babacan olduğunu unutmayalım) üzerinden mevzuyu yine kuruluş ilke ve değerlerine getiriyor. 

11. Cumhurbaşkanı’nın bir diğer önemli vurgusu da tam demokratik parlamenter sisteme dönülmesi gerektiği hususunda odaklanıyor.

Vesayet sistemleri ve gölge kabineler -MGK’yı kastediyor- üzerinden Türk tipi parlamenter sistemin olumsuzluklarının tam demokratik bir parlamento üzerinden çözüleceğini onun yerine Türk tipi başkanlığa geçilmesinin yanlış olduğunu savunuyor.

TBMM’nin önemsizleştirilmesinin birçok sorunun temelinde yattığı vurguluyor.

Bu sözlerin muhalefet liderleriyle aynı minvalde olması, olası ittifakları nasıl şekillendireceği akla gelen ilk soru olarak karşımıza çıkıyor.

Kudüs Mitingi'ne AK Parti ve MHP tarafından katılım olmaması ve diğer muhalefet partilerden çoğunun aynı karede fotoğraf vermeleri iktidarın karşısına daha güçlü bir muhalefet bloğunu çıkartacağa benziyor.

Genel olarak söyleşiye bakıldığında aktif siyaseti bıraktım diyen birisinin en azından düşünce planında oldukça aktif olduğu ve yaptığı konuşmalarının tamamının mevcut iktidarı eleştirmeye odaklı olduğu gözden kaçmıyor.

Zaten argümanlarına bakıldığında Ali Babacan liderliğinde kurulacak yeni partinin vizyonunu ve misyonunu yansıttığı akla geliyor. Söylediği her eleştiriyi AK Parti'nin kuruluş felsefesinden ayrılmanın getirdiği olumsuzluklara indirgiyor.

Aslına bakarsanız Gül, kuruluş felsefesinden partiyi gittiği demokratik istikametten çıkararak, bittiğini söylediği siyasal İslamcı, hatta ismini bir türlü vermese de, “Erdoğan’ın götürdüğünü” ima ediyor. 

Kuşkusuz Abdullah Gül’ün değerlendirmelerinin bir iç, bir de dış gönderisi var.

İç gönderisi yeni dönemde siyaset anlayışının toplumsal uzlaşı üzerinden olması gerektiği; asıl olanın demokrasi, barış ve ekonomi olduğunu ve bunu yapacaklarında adrese teslim şekilde Babacan hareketi olduğunu ima ediyor.

Özellikle parti kurmakta geciken ve gündemden düşmeye başlayan Babacan hareketine desteğini yüksek sesle deklare ederek tekrar dikkat çekiyor.

Tılsımı bozmama adına az görüntü vermeyi tercih eden Babacan’ın yerine ipi göğüsleyerek adeta yeni partinin sözcülüğünü yapıyor. 

Söz konusu söylemlerin dış gönderisi ise malum olduğu üzere Avrupa Birliği, NATO eksenindeki Batı bloğu oluyor. 

Söyleşinin tamamına bakıldığında dikkat çekici olan, iç ve dış politikaya dönük her yorumunun temel gönderisinin Erdoğan’ın “tek adamlığı” olması.

Davutoğlu da yine Karar gazetesine yaklaşık bir ay önce verdiği söyleşisinde bu durumu "kişilere bağlı partiler kişilerle gider” şeklinde ifade etmişti. 

Burada sorulması gereken asıl soru ise Abdullah Gül’ün aktif siyasetin dışında olup olmadığı. Sizce?

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.   

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU