Arap-İsrail çatışmasından dersler

Bu uzun çatışma sürecinin bize öğrettiği ilk ders; sahadaki emri vakilerin hukuki ve ahlaki iddialardan her zaman daha güçlü olduğunu kanıtlamış olduğudur

Fotoğraf: AFP

ABD’nin Ortadoğu’da Barış Planı, Theodor Herzl’in bir ‘Yahudi devleti’ kurmayı düşünmeye başlamasından bu yana 120 yılı aşan bir süredir devam eden Arap-İsrail çatışmasının sunduğu dersler üzerinde araştırma yapılmasını gerektiriyor. Söz konusu barış planı, sorunu çözme ve çatışmayı sona erdirmeye dönük ilk girişim değil. ABD açısından, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Hz. İsa Mesih’in topraklarında barışı sağlayacak kişi olmanın hayalini kurmayan bir başkan olmamıştır. Trump da bu hayalin dışında değil. Truman bu hayali, BM’nin 1947’de aldığı “Taksim Kararı” ile gerçekleştirebileceğini düşünmüştü.

Eisenhower, 1954’te Şam’da düzenlenen su kaynaklarının taksimine ilişkin görüşmeler aracılığıyla bunu gerçekleştirmeyi düşlemişti. Kennedy, 1962 yılında Abdunnasır ile diyalog aracılığıyla barışı sağlamaya çalışmıştı. Johnson, başında Vietnam savaşı gibi bir sorun olduğu için barışı sağlamakla uğraşmadan doğrudan İsrail’i desteklemişti. Nixon ise çabalarını 1970 yılındaki Rogers planı ile başlatmış, 1974 yılında İsrail-Mısır, İsrail- Suriye arasında imzalanan güçleri ayırma anlaşmalarıyla tamamlamıştı. Carter, ilk olarak Camp David görüşmelerini deklare etmiş, sonrasında bu görüşmeleri Mısır ile İsrail arasındaki barış anlaşması ile taçlandırmıştı. Reagan, 1983’te kendi adıyla bir girişim başlatmıştı. Baba Bush, 1991 yılında Madrid Konferansı’nı düzenlemişti. Clinton, 2000 yılında Filistin ile İsrail arasındaki Camp David görüşmelerini düzenlemiş, bir dizi anlaşma sunmuştu. Oğul Bush, 2008 yılında Indianapolis üssünde gerçeklşen bir girişimde bulunmuştu. Obama arabuluculuk yapmaya çalışmış ama yerleşim yerleri nedeniyle bir uzlaşıya varamamıştı.

Trump ise Kudüs ve mülteciler konusunda bir emrivaki ile başladı. Meseleyi bazı ekonomik teşvikler içeren bir “anlaşma”ya dönüştürdü. Son olarak da Yüzyılın Anlaşması adını verdiği planını açıkladı. ABD’nin girişimlerinin bu uzun seyri, özel ABD-İsrail ilişkiler, ABD ile petrol zengini Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler, Soğuk Savaşın yapıları ve sonrasında ABD’nin dünyanın tek süper gücü olması ile iç içe geçti.

Bu uzun çatışma sürecinin bize öğrettiği ilk ders; sahadaki emri vakilerin hukuki ve ahlaki iddialardan her zaman daha güçlü olduğunu kanıtlamış olduğudur. Bu ders, tarihi çatışmayı ele alırken Yahudi ile Filistinli siyasi seçkinler arasındaki temel farkı belirlemede yardımcı olmaktadır. Aralarındaki farkın, Yahudilerin kendilerine ait olmayan, fiili olarak Filistinlilerin yaşadığı bir ülkeye yerleşme ve yerleşim yerleri inşa etme başarılarının yanısıra siyasi, ekonomik ve sosyal kurumlar inşa etme yetenekleri olduğu tartışılmazdır. O günlerde Yahudilerin Siyonist projelerini gerçekleştirmelerinin önünde büyük engeller vardı. Avrupa’da aşırı biçimde Yahudi karşıtı faşist hareketlerin ve Nazilerin yükselişi de bu engeller arasında yer alıyordu. Yine o dönemlerde, ABD’nin kendisi dahil dünyanın birçok ülkesinde Yahudilerin ne iltica ne de ikamet talepleri kabul edilmiyordu. Onların aksine Filistinlilerin, geniş kültürel ve medeni bağlantıları olan Arap bağlantıları vardı. Kendi ülkelerinde ve topraklarında yaşıyorlardı. Ancak yine de Filistin devletinin çekirdeğini oluşturmak için çok bir şey yapmamışlardı. Aslında bu konuda elbette bazı girişimler olmuştu ama boyut olarak iki taraf arasındaki fark çok büyüktü. Filistin’deki İngiliz işgali veya Arap ve Filistinlilerin içinde bulundukları derin geri kalmışlık hali, Arap ülkelerinin sömürgeci ülkelerin kontrolü altında olması yahut diğer etkenler, bunun nedeni ne olursa olsun, sonuç olarak BM’nin “Taksim Kararı” açıklandığında Yahudiler hazırdı. Üniversiteler veya modern bir ordu ve askeri güç inşa etmek olsun devleti yönetmeye ve onun için savaşmaya hazırlıklıydılar. Öte yandan Filistinliler, kendileri gibi sömürgeci bir işgale maruz kalan, her biri özel kalkınma sorunlarından muzdarip Arap devletlerine güveniyorlardı.

İkinci ders; askeri gücün ne kadar güçlü olursa olsun bir sınırı olduğudur. Bu nedenle tek başına güç, Arap-İsrail çatışmasının taraflarından herhangi birinin hedeflerini gerçekleştirmesini sağlayamamıştır. Araplar, 1948 ve 1967 yıllarında başarısız oldular. İsrailliler de 1956 ve 1973’te başarısız oldular. İsrailliler ayrıca birinci ve ikinci Filistin intifadalarını zorla bastırmakta da başarısız oldular. Filistin intifadası ancak siyasi ve diplomatik çabalarla yatıştırılabildi. Bunun yanında, askeri başarıların kimi zaman aksi sonuçlar doğurabilecekleri de kanıtlandı. 1982 yılında İsrail, Lübnan topraklarına girip başkenti Beyrut’u işgal ettiğinde en büyük zaferlerinden birini elde etmişti. Fakat, bu savaşın sonucu, İsrail’in Hizbullah’ın temsil ettiği en şiddetli tehdidini doğurdu. Hizbullah, İran nüfuzunun Lübnan’a uzanmasını sağladı. Bu sayede İran, Arap ülkelerinin yanı sıra İsrail sınırlarını da tehdit ederek Akdeniz kıyısına ulaştı. Askeri zaferleri bir yana İsrail, Filistin halkını Filistin’den çıkarmakta da başarılı olamadı. Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında kalan bölgede bugün, yarısı Yahudi diğer yarısı Filistinli 12 milyon kişi yaşıyor. Filistin’in dört bir yanında, kimi zaman da Mescid-i Aksa, Kubbet-us Sahra, Kıyamet Kilisesi ve Ağlama Duvarı’nı içeren Harem-i Şerif gibi dar bir alanda sürekli birbirleriyle karşılaşıyorlar. Bu demografik gerçeklere ilaveten tarih ve dini duyguları somutlaştıran kutsal mekanlar, sahadaki temel gerçekleri oluşturuyorlar. 1948’den 1967’ye kadar devam eden zaferlerine ve Arap tarafına karşı her zaman sahip olduğu askeri üstünlüğe rağmen İsrail, sadece Arap dünyasında değil, İslam dünyası ve diğer birçok dünya ülkesinde hep bir meşruiyet eksikliğinin sıkıntısını çekti. Çok katmanlı bir çatışmada (devlet düzeyinde, ulusal kurtuluş mücadeleleri, halk isyanları, devrimci terör, gelenekesel savaş, gerilla savaşı) taraflardan hiçbiri diğerine karşı kesin bir zafer elde edemedi.

Üçüncü ders; Arap-İsrail çatışmasının, tüm dünya değişip bir uluslararası sistemden diğerine geçse bile, devam etmesini sağlayan temel ve itici bir güce sahip olduğudur. Çatışma, Birinci Dünya Savaşı ile başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan, Yahudiler ile Arap Filistinlilere yönelik etkilerinden kurtuldu. İniş çıkışları ile Soğuk Savaş’ı yaşadı. Sovyetler Birliği’nin yıkılışına ve sonuçlarına, New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırıyı takip eden karışıklıklara tanık oldu. Bu yolculuk boyunca liderlerin ve savaşçıların değişken gerçeklere uyum sağlamaları ve yeni gelişmelerden yararlanmaya çalışmaları gerekiyordu.

Askeri gücün beyhudeliği ve çatışmanın sürmesi ise bizlere dördüncü dersi veriyor. Çatışma bağlamında yaşanan ana dönüşümler yalnızca Araplar ve Yahudiler, Arap ülkeleri ile İsrail  arasında doğrudan diyaloğun olduğu zamanlarda gerçekleşmiştir. Camp David görüşmeleri, 1982 yılında Sina yarımadasındaki İsrail işgalini sona erdiren Mısır-İsrail barış anlaşması, kendisini takip eden Ürdün-İsrail barış anlaşması bunun örnekleridir. Bu iki anlaşmanın arasında ise, Filistin toprakları üzerinde ilk Filistin ulusal yönetiminin kurulmasını, Filistin topraklarında tarihsel olarak eşi görülmemiş bir Filistin gerçeğinin doğmasını sağlayan Oslo Anlaşması imzalanmıştı.

Beşinci ve son ders; Arap-İsrail çatışmasının uzaması, Arap ülkelerinin kalkınma sorunları ile bölge içinden ve dışından stratejik tehlikelerle yüzleşme kapasitelerini azaltmıştır. 21’inci yüzyılın ikinci on yılına girdiğimiz bugünlerde ise çatışma deneyimi ve Ortadoğu'nun anatomisi, Arap-İsrail çelişkilerinin iki taraf  için de ne ölçüde dikkate değer (bir önceki on yılda çeşitli kaos ve terör biçimlerinde ortaya çıkan) zorluklara yol açabileceğini göstermektedir.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU