Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek: Siyasî kültür ve iradede yenilenme (3)

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Nuri İyem, "Göç", 1970 / Görsel: nuriiyem.com

Kavramlar düşünceyi şekillendirir ve ona yön tayin eder. Kavramları belli bir coğrafyada ve belli bir dilde doğuran ise hususî yaşayış tarzıdır.

Başka bir deyişle aslında yaşayışımız kavramları, kavramlar ise düşünceyi ve dolayısıyla da düşünce hayatını yoğurur.

Bir ülkedeki düşünce hayatının yine o ülkedeki siyasî kültürü de derinden etkilediği ve etkileyeceği gerçeği bu anlamda su götürmez bir gerçektir.

Modern bir akım olan milliyetçiliğin de içinden fışkırdığı belirli siyasî kültüre nispetle karakter ve içerik kazandığı ortadadır.

Hâl böyle olunca milliyetçiliklerin de tek-tip bir formatta zuhur etmediği, etmeyeceği açıktır. Her ülkenin kendine has özellikleri, tarihselliği ve doğal eğilimleri vardır.

Bu tespit, basit görünse de önemlidir zira tam da bu noktadan hareketle denilebilir ki her ülkenin siyasî kültürü ve dolayısıyla da milliyetçiliği birbirinden pek çok ölçüde farklılık arz eder.


Türk milliyetçiliğinin Avrupa milliyetçiliğinden neden farklıdır?

Türk milliyetçiliğinin tarihsel nitelikleri, bölgemizdeki diğer milliyetçiliklere, özellikle de Avrupa havzasında 19'ncu yüzyılda siyasallaşmaya başlayan milliyetçiliklere göre fevkalade özgündür.

Her ne kadar modern Türk milliyetçiliğinin siyasal kökeni esasen Osmanlı İmparatorluğu’nun son demlerinde konumlandırılsa da şuur düzlemindeki çıkışının binlerce yıl eskiye dayandığı müşahede ediliyor.

Avrupa milliyetçiliği ise somut planda 19'ncu yüzyılda çoğunlukla “ulusal birlik” savına yaslanarak varlık macerasına başlamıştır.

Dahası, Avrupa milliyetçiliği 1789 Fransız İhtilali’nin, 1848 devrimlerinin ve 1871 Paris Komünü’nün süzgeçlerinden geçmiş, söz konusu birikimin pınarlarından doğrudan yahut dolaylı yollardan susuzluğunu gidermiştir.

Çoğu insan bilmeyebilir ve fakat Avrupa’da (bilhassa Fransa ve İtalya’da) milliyetçilik akımının öncülerinin birçoğu politik tedrisatlarını evvela sosyalist ve dahi anarko-sendikalist muhitlerde görmüştür.

Böylelikle Avrupa milliyetçiliğinin başlangıç aşamasında devrimci vasıflarla donanmış oluşu hiç de şaşırtıcı değildir.

Gerçekten de Avrupa milliyetçiliği en azından muhalefet evresinde oldukça katı “anti-düzen” parametreleriyle beslenmiştir ki, daha sonraları “devlet fetişisti” şeklinde adlandırılacak olan bu fikriyatın ilk safhada açıktan “devlet karşıtlığı” yaptığı zamanla unutulmuştur.

Oysa Türk milliyetçiliği, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde öncelikle “devleti kurtarma” refleksiyle parıldamıştır.

Türk milliyetçiliği, dönemin Osmanlı entelijansiyasında öne sürülen “devleti çökmekten nasıl kurtarabiliriz?” sorusu etrafında geliştirilen muhtelif siyasî akımların (veya refleksler yumağının) doğal bir izdüşümü ve uzantısı şeklinde vücuda gelebilmiştir.

Böylelikle Türk milliyetçiliğinin baskın varyantı (literatürdeki kuramsal duyarlılıklar hasebiyle monoblok olarak değerlendirmek yanlış olur) İttihat ve Terakki yıllarından başlayarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1930’lu yıllarına değin “devlet ideolojisi” olarak karşımızda durmaktadır.

Ne var ki söz konusu gidişat İnönü’nün iktidarı esnasında ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine doğru çatırdamış, çözülmüştür.

1944 yılında cereyan eden meşhur “Irkçılık-Turancılık Davası” ve akabinde vuku bulan “Milliyetçilik Olayı” hadisesi bu bağlamda bir kırılmayı ifade eder.

O dönemde Türk milliyetçiliği ilk defa “sivil” bir çıkış örgütlemiş, mevzubahis uyanışı müteakip ise milliyetçiler tabutluklar dahil korkunç bedeller ödemek zorunda bırakılmıştır.


Türkeş’in sivil ve sosyal milliyetçiliğinin kurucu vasıfları

1960’lı yılların ortalarına kadar faaliyetlerine sivil toplum ekseninde çeşitli dernekler aracılığıyla devam eden Türk milliyetçiliği, nihayet 1965 yılında merhum Alparslan Türkeş’in inisiyatifi ve önderliğinde “müstakil bir sivil hareket” olarak toparlanmıştır. 

Dahası, Türkeş’li yıllar – bilhassa Dokuz Işık doktrini eliyle – Türk milliyetçiliğinin “zamanın ruhuna uygun” olarak siyasallaşmış sürümünü de meydana getirmiştir.

Türk milliyetçileri Türkeş’le birlikte milliyetçiliğin sosyal boyutunu keşfedebilmiştir.

Avrupa milliyetçiliğinin bizzat yaşayarak ve öğrenerek biriktirdiği sosyal deneyimleri (yukarıda serdedildiği şekliyle) Türkeş, Türk milliyetçilerine didaktik bir tarzda aşılamıştır.

Türk milliyetçilerini korporatist modelle, işçi dernekleriyle (Bkz: “Ülkücü İşçi Dernekleri”), köycülüğün temel alındığı Tarım-Kentler’le ve dahi “Millet Sektörü” gibi belirleyici bir buluşla tanıştıran bizzat Türkeş olmuştur.

Dahası, Türkeş 20'nci yüzyılın başlarında Avrupa’ya özgü bir “hâlet-i ruhiye”yi yansıtan faşist kavrayışla da arasında mesafe koyabilmiş ve onun Türk milliyetçiliğinin ne tarihi ne de kurucu karakteriyle özdeşleştirilebileceğini vurgulamıştır.

Kimsenin zerrece şüphesi olmasın; Türkeş milliyetçiliği sosyal boyutu çok yüklü ve zengin bir milliyetçilikti.

Türkeş milliyetçiliğinde komünizme karşı alınan tavır, kapsamlı bir kapitalizm kritiğini gölgelemiyordu.

Aksine, Türkeş’in milliyetçiliği kapitalizmin onulamaz bir biçimde bir zümre, bir sınıf diktası ördüğünü, bunun da komünistlerin yerleştirmek istedikleri sınıf diktasından farklı olmadığını entelektüel planda bütün yakıcılığıyla idrak ediyordu.

Ne yazık ki Türkeş’in bu minvaldeki samimi çabaları ve gayretleri Türkiye’nin o yıllarda içinden geçtiği şiddet sarmalı sebebiyle yeterince tartışılamadı – bu da not edilmesi bir hakikattir.

Türk milliyetçiliğinin sosyal anlayışının geri plana atılması, milliyetçilerin bir “tercihi” değil, zamanın koşullarının dayattığı zorluklar ışığındaki bir “zorunluluk” idi desek sanırım yanılmış olmayız.

Ardından 12 Eylül darbesi Türk milliyetçiliğine, tıpkı 1944 yılında olduğu gibi, yeni bir balyoz indirdi. Siyasallaşmış sivil Türk milliyetçiliği bu vesileyle bir kez daha kısıtlandı ve boğulmaya teşebbüs edildi.

Dahası, devlet eliyle kendi resmî görüşü içerisinde öğütülmeye çalışıldı. Aslında 12 Eylül’de kast edilen, bizzat milliyetçi ve sosyal düşünceler toplamının kendisiydi.

Bu anlamda 12 Eylül’ün nihaî amaçlarının bir tanesinin de Türkiye’nin neo-liberal paradigmaya şartsız-koşulsuz teslimiyeti olduğu unutulmamalıdır.

12 Eylül travmasının yarattığı yıkıcı etkiler ve dahi sonrasında yüzleşmek durumunda bırakıldığımız muhtelif terör eylemleri (ASALA, PKK vb.) çeşitli sosyal-milliyetçi güdüleri yine bastırdı ve sindirdi. 


21'nci yüzyılda milliyetçi iktidar: hem çok uzak hem çok yakın

21'nci yüzyıla gelindiğinde siyasal Türk milliyetçiliğinin eline geçen fırsatları layıkıyla kullanamamış olduğunu, bunun da hem kendi sistematiğinden kaynaklanan etkenler hem de dış koşulların bindirdiği yükler sebebiyle yaşandığını görüyoruz.

57. Hükümetin genel başarısızlıkları, 1999 Gölcük Depremi’nin açtığı yaralar, 2001 krizinin yürek parçalayıcı yankıları ve siyaseti kuşatan fraksiyoner atmosfer siyasal Türk milliyetçiliğini tarihte ilk kez bu kadar yaklaştığı “tek başına iktidar” olasılığından hızlı bir şekilde uzaklaşmış oldu.

Dahası, bu sebeplerden ötürü Türk milliyetçiliği, Türkiye için doktrinde tasarladığı hiçbir yapısal hamleyi de gerçekleştiremedi.

2002-2015 diliminde önce gerileme, ardından da stabilizasyon süreçlerinden geçen siyasal Türk milliyetçiliği her ne kadar 2016 yılından bu yana görece bir yükseliş trendini yakalamışsa da hâlâ “bütünleşmiş bir politik program” etrafında kenetlenmiş değildir.

Bugün siyasal Türk milliyetçiliğinin objektif oy oranı yüzde 20-25 bandında seyretmektedir ki, bu Türk milliyetçileri açısından ulaşılmış en yüksek potansiyeli simgelemektedir.

Ne var ki aynı Türk milliyetçiliği, bir yandan iç bünyedeki bölünmüşlüklerle muhatap olurken, diğer yandan da programını, sistemini 21'nci yüzyıla ve Türkiye’nin değişen ekonomik-sosyolojik şartlarına uyarlama noktasında ciddi sıkıntılar çekmektedir.

Evet, milliyetçilik yükseliyor. Bu dünyada da Türkiye’de de böyle.

Ancak dünyadaki milliyetçilik duygusal popülist tekniğin ötesinde çoğu zaman keskin hatlarla netleşmiş rasyonel bir programın rehberliğinde tırmanırken, Türk milliyetçiliği bütünüyle hissî bir temelde büyüyor.

Başka bir deyişle, Türk milliyetçiliğinin günümüzde çağın taleplerine cevap verebilecek kapasitede bir “dünyayı ve toplumu okuma şablonu” maalesef bulunmuyor.

Türk milliyetçiliğinin bahsi geçen düşünce-eylem birliğini sağlayamamasının bir faktörü de şüphesiz ki mevcut siyasî kültürün içinden geçtiği kuraklık ve kısırlıktır. 

Değişen dünyayı ve evrimleşen toplumumuzun kodlarını, velhâsıl yaşayışımızda karşılaştığımız sorun ve tıkanıklıklara dair çözüm seçeneklerini kavramsallaştıramıyoruz.

Tecrübe edilen bu eksiklik ise en nihayetinde topyekûn düşünce hayatımızı ve elbette düşünce üretimimizi çok olumsuz etkiliyor.


Yarın iktidar olduk diyelim, ne yapacağız?

Velev ki, yarın Türk milliyetçiliği tek başına iktidar dizginlerini eline aldı. 

Türk milliyetçileri ne yapacaklar? 

Toplumsal ağları birbirine nasıl bağlayacağız? 

Dünyanın geri kalanında ve dahi Türkiye’de ilmek ilmek çözülen kapitalist üretim ilişkilerine dair ne tür bir sav geliştireceğiz?

Çarpık kentleşmeyi engellemek ve kentlere doğru göçü tersine çevirmek için hangi tedbirlere başvuracağız?

Temiz hava, kaliteli ve ulaşılabilir su, güvenli gıda vb. yeni neslin özellikle dikkat kesildiği alanlarda yenileştirme nasıl tatbik edeceğiz? 

Kalkınmayı hangi sektörler üzerinden planlayacağız?

Hariçten ve haricin içerideki kollarının manipülasyonlarından mülhem palazlandırılan birtakım “kimlik” tartışmalarını ekonomik düzlemde nasıl anlamlandıracak ve çözümleyeceğiz? 

Sosyal devleti nasıl işler hâle getireceğiz? 

Soru listesini sonsuza kadar uzatabiliriz.

Örneğin Türk milliyetçiliği 2020 yılında “prekarya” kavramı üzerinden kendi inanç sistemini güncellemeye çalışmayacaksa, yukarıda zikredilen soruların herhangi birine cevap getirilmesi imkansızdır.

Türk milliyetçileri “emek”, “alın teri”, “güvence”, “insancıl çalışma saatleri”, “üretim”, “kooperatif”, “sendika” vb. sözcük ve kavramları yeniden keşfedemedikçe, bunları yeniden kelime haznelerine dâhil edemedikçe arayışlar fuzulî, gayretler sonuçsuz kalacaktır.

Türk milliyetçileri bu vesileyle “komünistleşmez”, kimse endişe etmesin. Ancak yalnızca bu vesileyle hakiki anlamda “sosyalleşebilir” ve 20'nci yüzyılda bıraktığı sosyal boyutunu yeniden fethedebilir – bu da unutulmasın!

Türk milliyetçiliği yozlaşmış şehirlerden saf toprağa dönüşü savunmayacaksa, bunu kim savunabilir?

Yine Türk milliyetçileri “yenilenebilir enerji”, “ekolojik denge”, “tabiat hakları”, “sürdürülebilir kalkınma”, “yerüstü ve yeraltı doğal zenginliklerde eşitlik” ve “organik tarım” demedikçe bir arpa boyu kadar yol alabilir miyiz? 

“Tabiat ana” korunmazsa, “anavatan” nasıl korunabilir ki? Yeri ve zamanı geldiğinde Anavatan için ölümde toprağa eşit düşenler, yaşayışta da anavatanın doğal nimetlerine eşit ortak olmalıdırlar, hatta kendiliğinden öyledirler – sadece gereğinin yapılması lazımdır, öyle değil mi?

Türk milliyetçileri bazı “kimlik” çatışmalarının temelindeki yarayı iyice kazımadıkça, bu tip bölücü tartışma yaralarının da kabuk bağlamayacağını bilmeliler. 

Türk milliyetçileri fabrikalarda ve atölyelerde sigortasız, asgarî ücretsiz, bilmem kaç vardiya üst üste çalıştırılanların hakkını-hukukunu savunduklarında, çaresizlikten kimlik kavgasına çekilenleri de kazanacaklardır. 

Türk milliyetçileri tarlalarda günlük 14-16 saatlik mesai yapmaya zorlananları, onlarca kişi sıkış tepiş minibüslere bindirilenleri ve çadırlarda yatırılanları tavizsiz bir iradeyle kolladığı gün, bozguncu kimlik tartışmalarını da ezmiş olacaktır.

Müteşebbisi kapitalistlikten, köylüyü topraksızlıktan, işçiyi sömürüden, küçük işletmeciyi boyunduruktan, kimlikleri fitnelere alet olmaktan ve tabiatı tahribattan kurtaracak – ilaveten bütün bunları eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak yapacak – üçüncü yol olarak bir tek Türk milliyetçileridir. 


Türk milletinin çağrısı karşısında Türk milliyetçiliğinin sınavı

Çok açıkça ifade edeyim: Türkiye’de sosyal devleti liberaller, sosyal-demokratlar, kapitalizme entegre edilmiş muhafazakarlar yahut sisteme esir düşmüşler inşa edemezler.

Yapamadılar, yapamıyorlar.

Şayet Türk milliyetçiliği, merhum Türkeş’in bıraktığı yerden bayrağı devralmayı bilir ve milliyetçiliğin sosyal doktrinini 21'nci yüzyıl perspektifiyle harmanlayabilirse, Türkiye’de sosyal devleti ete kemiğe büründürebilecek yegane oluşum olma vasfını taşıyacaktır.

Evet, tıpkı 1970’li yıllardaki gibi Türkiye yine ve yeniden hariçten kumanda edilen iç-dış kargaşaların mağduru konumundadır.

Evet, Türk milliyetçiliği – eskiden olduğu gibi – bugün de bu iç ve dış tehditlere karşı bir sigorta işlevi görmekte ve “devleti nasıl korurum?” refleksiyle hareket etmektedir.

Türk milliyetçiliğinin, Avrupa’daki örneklerinin aksine, devleti yıkmaya değil de korumaya yönelik hareket etmesi şüphesiz ki herkes için büyük bir şanstır ve herkes bu duruşun kıymetini bilmelidir.

Lâkin “devlet” dediğimiz şey, en nihayetinde bir insan topluluğunun belli sınırlar dâhilinde kurduğu kadim bir organizasyondur.

Devletin bir derinliğinin, gelenekler manzumesinin ve bekasının olduğu aşikârdır.

Ne var ki son tahlilde devlet insan için vardır ve bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin birinci varlık sebebi Türk milletini yaşatmak içindir.

Bugün Türk milleti dört bir yandan maruz kaldığı ekonomik çözümsüzlüğe karşı bir varlık çığlığı atıyor.

Salt şu veya bu iktidarın değil, 1950’li yıllardan beri kurgulanan ekonomik düzenin çürümüşlüğüne karşı bir ses, bir nefes arıyor.

Türk milliyetçiliği bu çağrıya kayıtsız kalmayacaktır, kalmıyor da.

Şüphesiz ki bütün sorunların çözümünü veya bütün soruların cevabını tek bir kişinin vermesine, üstelik bunu bir makale yahut bir yazı dizisi kapsamında yapmasına ihtimal yoktur.

Her şeye rağmen, “Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek” başlıklı bu diziyle güzel bir başlangıç yapıldığına, bu vesileyle en azından entelektüel çevrelerde bir tartışma ortamının yaratıldığına inanıyorum.

Umarım devamı gelir. 

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU