Depremin sosyolojisi

Prof. Dr. Rüstem Erkan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: İHA

Elazığ’da 24 Ocak 2020’da meydana gelen 6.8 büyüklüğündeki deprem, 41 kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur.

Bu deprem 8 Mart 2010’da yine Elazığ'da meydana gelen 6.0 büyüklüğündeki depremi de hatırlatmaktadır.

2010 Elazığ depreminde de Kovancılar’a bağlı üç köyde 51 kişi hayatını kaybetmişti.

Son depremde de Sivrice’ye bağlı Çevrimtaş Köyü tamamen yıkılmış ve iki kişi hayatını kaybetmiştir.

Köyde can kaybının az olmasının nedeni köyde yaklaşık on kişinin yaşamasıdır.

Yapılan değerlendirmeler de köylerdeki can kaybının asıl sorumlusunun kerpiç evler olduğu ve insanların bu evler yüzünden hayatını kaybettiği yönündedir.

Bu durum aynı zamanda Türkiye'de bir ölçüde unutturulmaya çalışılan köy gerçeğini ve köydeki sosyolojiyi de ortaya koymaktadır.

Ne yazık ki Türkiye’nin köylerle imtihanı tarih boyunca sorunlu olmuştur.

Türkiye’de köye bakış uzun yıllar pastoral romantizm düzeyinde kalmış ve sosyolojik olarak köy sorunuyla yüzleşme büyük ölçüde Mahmut Makal’ın romanı ile olmuştur.

Mahmut Makal’ın 1950 başında yayınlan “Bizim Köy” adlı romanı da bir deprem etkisi yaratmıştı. Çünkü ilk defa bu kitapta bir orta Anadolu köyünün acı gerçeği bütün çıplaklığıyla dile getiriliyordu.

O güne kadar köyleri yemyeşil, bereketli, güzel gözlü al yanaklı kızlarıyla anlatanlar, köyden yükselen yoksulluk çığlığıyla karşılaşmışlardı.

Köy gerçeği devlet erkini elinde bulunduranları rahatsız etmiş, kitabın yazarı önce sürgün cezası almış, daha sonra ise hapis cezası almıştı.

Hapis cezası köyün toplumsal gerçekliğini anlattığı için değil, o dönem çok geçerli sayılabilecek bir nedenden dolayı verilmişti.

Çünkü Makal, bir cümlesinde “Kuracağımız düzende demirci, kömürcü bir olacak” diyerek komünizm propagandası (!) yapmıştı. 

Daha sonra Demokrat Parti iktidarında Makal'ın cezası affedilmiş ve 15 Haziran 1950'de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın davetlisi olarak Çankaya'ya çağrılmıştır.

Bayar'ın Fransızca çevirmeni Nurullah Ataç da oradadır ve Ataç şöyle der:

Mahmut, sevmedim senin köylülerini, şunları okutup, değiştirip de sevilecek hale getirmenin yollarını arasak ya.


Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında Makal'a gösterilen bu ilgi devam etmemiş, daha sonra Makal'ın tekrar cezalandırılmasıyla sonuçlanmıştır.


Türkiye'de köye yönelik ayrımcı politikalar

Cumhuriyet'ten bugüne (Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere) “köylüler neden okutulup, değiştirilip de sevilecek hale getirilemedi?”

Çünkü bu ülkede en çok ötekileştirilen kitle, köylüler olmuştur. Türkiye'de yalnızca Kürtler, Aleviler görmezden gelinmemiş; etnik kimliği ve mezhebi ne olursa olsun köylüler kitle halinde görmezden gelinmiştir.

Bu o kadar ileri gitmiştir ki, 1930'lu yıllarda, özellikle Ankara'da yoksul giyimli, yalınayak köylülerin bulvarlarda görünmesi pek istenmediği için polis onları arka sokaklara yönlendirirdi.

Köylüler efendimizdi, ama nedense jandarmadan çok korkarlardı. Köye yönelik en önemli proje olarak kabul edilen Köy Enstitüleri bile birçok olumlu yönü bulunmakla birlikte, bir ötekileştirme projesi olarak da değerlendirilebilir.

Çünkü bu proje, köy ile kent arasındaki gelişmişlik farkını ortadan kaldırmak yerine, köylüyü köyde tutarak köyle kent arasına kalın bir çizgi çizmiştir. 

Türkiye'de 1960'lara kadar köylerin önemli bir kısmında okul olmaması, yapılan okulların çoğunun da köylülerin katkısıyla yapılan tek sınıflı veya köy evlerinden bozma okullar olması, devletin köye bakışını da yansıtmaktadır.

Bu okulların temizliği öğrenciler tarafından yapılmakta, kışın yakacağı öğrencilerin getirdiği odun ya da tezeklerle karşılanmaktaydı.

Oysa aynı yıllarda şehirdeki okulların bütün ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmaktaydı. Anadolu'da birçok köye toprak yolla ulaşım (o da sadece yazları) 1970'lerde sağlanmaya başlanmıştır.

Elektrik ise 1980'lerde verilmeye başlanmış, o da köye hizmetten çok o dönemde iç piyasaya dönük üretim yapan elektrik ve elektronik sanayisinin pazarı genişletme çabasının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.

Oysa Türkiye'de köy üzerine ne kadar çok söz söylenmiştir. Örneğin sosyal bilimciler, kırsal kesimde üretim ilişkilerinin niteliği, köy içindeki iktidar yapısı, köylerde modernleşme eğilimleri, tarımdaki kapitalist üretim ilişkileri, toprak ağalarının köylülerle ilişkileri, aşiretlerin azgelişmişliğe etkilerini konu alan çok sayıda araştırmalar yapmışlardır.

Sinemada da köylü-ağa ilişkisini, devrimci öğretmen-gerici imam ilişkisini konu alan birçok film yapılmıştır.

Çokça toprak reformu konuşulmuş, toprak işleyenin su kullananın sloganları geliştirilmiştir. Günümüzde de özellikle güneydoğudaki köyler, sanal aşiret ve ağalık ilişkileriyle büyük bir dekora dönüştürülmüştür.

Elazığ'daki depreme medyanın gösterdiği ilgi, taşraya gösterilen ilgiden öte, bu depremin İstanbul depremini tetikleme riski üzerine yoğunlaşmaktadır.

Türkiye'de köy üzerine söylenen bu kadar sözden sonra Elazığ depreminin ortaya çıkardığı gerçek, köylerdeki evlerin önemli bir kısmının Sümerler dönemine ait bir konut türü olan kerpiç evler olduğudur.

4 bin yıldır bu yapıların değişmemiş olmasının sorumlusu kimdir? Bunun en önemli sorumlusu, köy sorununu yıllardır üretim ilişkilerinden bağımsız olarak ele alarak bir kırsal kalkınma projesi geliştirmeyen; kırsal kesimde yaşayan insanların, insanca yaşam koşullarına kavuşturulması için çaba sarf etmeyen yaklaşımdır.

Son söz olarak, beklenen İstanbul depreminin riskini azaltmak ve İstanbul’un genel sorunlarını hafifletmenin yolu da Türkiye’nin kırsal kesiminin sorunlarını çözmekten geçmektedir.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU