1980'li-90'lı yıllar; neoliberalizm yerleşiyor, sınıfsal mücadele de var (2)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

1989 Bahar Eylemleri / Fotoğraf: uidder.org

1980'li yıllar neoliberalizmin Türkiye ekonomisine egemen olduğu, yerleştiği ve adeta içselleştiği yıllardır.

Bu sürece, 'ihracata dayalı büyüme' dendiği de oluyor.

Neoliberalizm, Türkiye’ye 12 Eylül darbesi üzerinden girdi.

Neoliberal 24 Ocak 1980 Kararları, Demirel’in başbakanlığında Milliyetçi Cephe azınlık hükümeti tarafından alındı.

Bu kararlar alınırken, halkın böyle bir talebi de yoktu.

Azınlık hükümeti olması münasebetiyle, bu kararlar yeterli toplumsal meşruluğa da dayanmıyordu.

O yıllarda milyonlar, türlü biçimlerde hareket halindeydi.

İşçisiyle, gençliğiyle, memuruyla, köylüsüyle toplumsal sürecin doğal mecrasını, sol, sosyalist renk almıştı.

Sol hareketin toplumsallaşma eğiliminin baskısı, sendikal hareketin tepkisi, parlamentonun açık olması ve soldan gelen etki altında CHP’nin itirazı gibi faktörler, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasını engelleyici rol oynuyordu.

Ancak aynı yıl içinde, 12 Eylül’de gerçekleşen askeri darbenin ağır baskı, şiddet ve yasakçı politikaları, bu kararların uygulanabilmesi için elverişli bir toplumsal zemin sağladı.

Darbecilerin ilk açıklamalarından biri, ‘24 Ocak Kararlarına sadık kalacaklarını’ bildirmek oldu.

Böylece daha sonra Washington Konsensüsü olarak adlandırılan DB-İMF yaklaşımının ilk test edildiği yerlerden biri Türkiye oldu.

DB, programın orta ve uzun vadeli yapısal dönüşümlerinin gerçekleşmesinde kritik rol oynadı.

Bu bağlamda sınaî projeler iptal edildi.

DB-IMF, ‘Önce istikrar, sonra reformlar’ şeklindeki kendi ilkesine o dönem Türkiye’sinde uymadı.

Bu, ülkede sonradan gelen enflasyon ve krizlerde önemli rol oynadı.

24 Ocak programı ile birlikte IMF ve DB Türkiye’ye önemli miktarda maddi fon girişi sağladı.

Yatırımların sürükleyicisi yine devlet oldu.

1989’da sermaye hesabı serbestleştirilmeden önce, yatırımların yükünü devletin altyapı harcamaları çekmekteydi ve özel sektörün sabit sermaye yatırımlarındaki payı düşüşteydi.

1980-88 aralığında yatırımların payı, milli gelirin yüzde 21’i oldu.

İmalat sanayine özel sektör yatırımlarının bunun içindeki payı azdı ve özel sektör yatırımlarının ağırlığını konut sektörü oluşturmaktaydı.

1983-87’de konut yatırımları yılda ortalama yüzde 24,5 arttı.

Türkiye ekonomisi 1980’li yıllarda büyüdü; ama bunu büyük ölçüde borç biriktirerek yapabildi.

Ekonomi dış ticaret fazlası veremediğinden artan borç ekonominin yabancı fonları çekebilmesiyle mümkün oldu.

Kısacası Türkiye ekonomisi 1980’lerde borç tuzağı sürecine girdi.

Kamu kesimi borçlanma gereksinimi ANAP döneminde sürekli artış gösterdi.

Kamu sektörü iç borçla finanse edildi.

Bu ise devlet tahvilleri ve hazine bonoları alıp satan varlıklı kesimlerin yüksek faiz geliri elde etmesini sağladı.

Kaldı ki bankacılık ve finans sektörünü kontrol ettiklerinden, büyük sermaye gruplarına önemli gelir transferi oldu.

Bütün bunlara reel ücretlerin dondurulmasını ve/veya azaltılmasını da eklersek, 1980'lerdeki liberalleşmenin mağdurları işçiler, sabit gelirliler ve çiftçiler oldu.

1983-87 aralığında ihracat yıllık yüzde 10 civarında artmasına ve ekonomi, ortalama yıllık yüzde 6,8 gibi iyi bir hızda büyümesine rağmen kısa sürede yine sıkıntıya girdi.

Bunun üzerine Özal, ödemeler dengesi sermaye hesabını serbestleştirdi.

Bu, neoliberalizm perspektiften bakıldığında, önemli bir karardı.

Bu, aslında Türkiye’nin finansal reformlar tarihine tekabül eden bir karardı.

Çünkü Türkiye’de finansal reformlar önceden tasarlanarak yapılan reformlar değildir.

Finansal reformlar, ağırlaşan sorunların bastırılması için başvurulan çözümler olagelmiştir.

Böylece Türkiye sermaye hesabını tam serbestleştiren ilk birkaç ülkeden biri oldu.


1990’lı yıllar: Sınıfsal mücadele de var

1990'lı yıllara işçilerin Bahar Eylemleri, Zonguldak yürüyüşü ve KESK’in kurulmasıyla güçlenen memur eylemleri damgasını vurdu.

Yukarıda 24 Ocak Kararları alınırken, DB-IMF in “Önce istikrar, sonra reform” ilkelerini uygulamadıklarını belirtmiştim.

Aynı şey, sermaye hesabının serbestleştirilmesinde de oldu ve bu iş uygun bir düzenleme yapılmadan gerçekleştirildi.

Konuyla ilgili kimi araştırmacılara göre, "sonradan karşılaşılan krizlerin arkasındaki başlıca neden bu oluyor."

Onlara göre, "Dış ve iç borç stoku hayli yüksek, enflasyonun yine çok yüksek, sürekli dış ticaret ve bütçe açığı veren bir ekonomide tek ve ani bir adımla sermaye hesabını serbestleştirmek doğru bir makro politika değildi.

Sermaye hesabının serbestleştirilmesinden beklenen dışarıdan gelecek fonlarla kısa vadeli bir genişleme sağlamaktı."

Bu düşmekte olan ekonomik büyümeye ve işçilerin yükselen taleplerine cevaptı.

Burada bahsedilen, tarihte 'Bahar Eylemleri' olarak yer alan 1989 işçi ve memur hareketleriydi.

Askeri idare zamanında ve Özal hükümetlerinin ilk dönemlerinde, ücretler dondurulmuş ve sendikalar başta olmak üzere işçi örgütleri dağıtılmıştı.

Bunun ilk cevabı 1989 Bahar Eylemleri oldu.

Reel ücretler yükselmeye başladı.

İstatistiklere göre, 1989 ile 1993 arasında reel ücretler ve emek verimliliği yükseldi.

Yapılan çalışmalar, bunun sebebinin reel ücret artışı; sonucun ise emek verimliliği artışı olduğuna işaret ediyor.

Ekonomi teorisinde, reel ücret artışının makineleşmeye neden olacağı kabul edilir. Böylece hem işçilerin geliri artmış olur hem de teknolojik gelişme olur.

1989-1993’te olan bu mudur, yoksa emek verimliliğindeki artış reel ücretlerin yükselmesi sonucunda işçi çıkarma ile mi gerçekleşmiştir, bunun ayırt edilmesi gerekiyor.

Farz edelim ki emek verimliliğini artıran işçi çıkarmaları oldu. Eğer üretim düzeyinde bir değişme yoksa bu da ekonomi açısından iyidir.

İşini kaybedenlerin işsizlik sigortasına bağlanması ve bu sigortanın işçilerin geçimi açısından iyi bir gelir sağlaması kaydıyla -ki bu da sınıf mücadelesine bağlıdır.

İlginç bir durumla karşılaşıyoruz: Sınıf mücadelesi sonucunda (Bahar Eylemleri) reel ücret artışları oluyor; ama muhtemelen birçok insan işsiz kalıyor ve işsiz kalanların desteklenmesi konusunda aynı çapta bir sınıf mücadelesi göremiyoruz.

Sınıf mücadelesinin bu biçimleri üzerinde düşünmek gerekmiyor (mu?)

Sistem, kaşıkla verdiğini kepçeyle geri alıyor.

2010 yılında imalat sanayinde reel ücretler 1998’deki seviyesinin yüzde 12,5 altındadır; üstelik aynı dönemde emek verimliliği yüzde 70 artmış olmasına rağmen.

Emek verimliliğindeki bu artışlara gelince, bu işçiler yaygın olarak işten çıkarılarak sağlanmış.

 

Devam edecek...

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU