Mazlum bir şehit; Mela İzzettin Yıldırım

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

"Alimin ölümü alemin ölümüdür" derler. Hakikaten ölen veya öldürülen her alim, alemin bir kısmının ölümüne sebep olarak dar-ul-fenadan dar-ul-bekaya irtihal ediyor.

19 Ocak 2020 tarihinde kendisini ziyarete gelen bir katil tarafından medresesinde, öğrencilerinin arasında bulunan bir İslam alimi öldürüldü.

Kendisini ilme, irfana, zühde ve takvaya adayan, bütün hayatını medresede ilim öğrenerek, sonra da öğrendiklerini öğretmeye çalışan bu güzel alimin menfur bir şekilde öldürülmesi toplumda derin bir üzüntüye sebep olduysa da, yıllardan beri süre gelen öldürme olaylarına bağışıklık kazanan toplumda bir infiale sebep olmadı ne yazık ki.

Zira katil, bu ülkede neyin para ettiğini, böylesine acımasız bir öldürme olayında neyin hafifletici sebep olacağını iyi biliyor olmalı ki "Ben bir teröristi öldürdüm. Devletimi korudum" diyebildi.

Bu acımasız olay ve beraberinde gelen gayri insani savunma şekli, insanda derin bir endişeye sebep oluyor.

Zira öldürmenin bu kadar rutinleşmesi, katillerin soğukkanlılıkla kendini savunabilmesi kaygı verici boyutlara ulaştı.

Hunharca katledilerek kaht-ı ricalin ayyuka çıktığı bu dönemde medresemizi yetim, yokluğu ile toplumumuzda yeri doldurulamayacak bir boşluk bırakan saygıdeğer medrese alimi Abdulkerim Çevik'e Yüce Rabbimden rahmet ve mağfiret diliyorum.

Onun ölümü bende çok derin bir endişeye sebep oldu.

Lakin ben bugün burada size, bu olayın bende yarattığı endişe ve kaygıdan ziyade, tam 20 yıl önce, tam tarihi ile 29 Aralık 1999 tarihinde öğrencileri arasından hile ile kaçırılan ve 28 Ocak 2000 tarihinde cenazesi bulunan değerli bir başka mazlum ve garip İslam aliminden bahsetmek istiyorum; Mela İzzettin Yıldırım.
 

Mela İzzettin Yıldırım.jpg
Mela İzzettin Yıldırım / Fotoğraf: bilalrojava.tr


Mela İzzettin Yıldırım, bu dünyada geçirdiği 54 yıllık hayatında kaderinin önüne çıkardığı bütün meşakkatlere rağmen, aklının erdiği, gücünün yettiği kadar ömrünü Kuan Tzu'nun şu kısa, ama bir ömre bedel şiirini gerçekleştirmeye adadı;

Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek.
On yıl sonrasıysa tasarladığın, ağaç dik.
Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini, halkı eğit o zaman...
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın,
Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen toplumu.

 
Hayatını ilim ve irfana adayan, kendisi ancak kendi şahsi imkanları ile okuyabilmiş, hayatı anlayabilmiş ve kendisi gibi fakir ailelerde dünyaya gelmiş şanssız çocukları bahtiyar kılmaya adayan bu insanı çok kısa da tanıyalım.

İkinci Dünya Savaşı'nın henüz bittiği, ama daha Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bölgede başlayan iç savaşın yaralarının sarılmadığı, katliam ve kırım hikayelerinin capcanlı olduğu 1946 yılında, Ağrı'nın Patnos ilçesinin Kızılkaya köyünde dünyaya gelen İzzettin, sekiz çocuklu Mela Tahir ailesinin üçüncü çocuğudur.

Ancak ilk çocukları İzzettin vefat ettiğinden, annesi Zeynep hanım, küçük İzzettin'ini göğüne alan Rabbine şükranla, üçüncü çocuğuna da İzzettin adını koyar.

Babası Mela Tahir, oğlunun "dinin şerefi" olması umuduyla ikinci İzzeddin'inin kulağına Ezan-ı Muhammedi'yi okur ve annesinin doyamadığı küçük İzzettin'in ismini verir.

Küçük İzzettin, babasının yanında Kur'an-ı Kerim'i okumaya başlar ve devam ederken köyün ilkokuluna da kaydedilir.

Çok kısa bir zamanda okuma yazmayı öğrenir. İlkokul öğretmeni zeki ve tertipli olan bu küçük öğrencisinin ortaokula gitmesini çok arzu etse de babası Mela Tahir yeni düzenden ve bu düzenin eğitiminden hoşnut değildir.

Onun, çocuğu için başka planları vardır. Zira din elden gidiyor, modern okullarda okuyanlar dinsizliği öğreniyor endişesiyle ve oğlunun "dinin şerefi" olması umuduyla onu geleneksel medreseye gönderir.

Ne yazık ki çok kısa bir zaman sonra babası vefat edince abisi Ali ile beraber ailesinin ve diğer kardeşlerinin sorumluluğunu küçük omuzlarında hisseder.

Bir yandan ailesinin bütçesine katkı sunmaya çalışırken, öbür yandan medresedeki eğitimine devam eder.

Bu vesile ile Patnos, Erciş, Adilcevaz, Batman, Mardin ve Diyarbakır gibi yerlerde bulunan medreselere gider.

Lakin medresede aldığı eğitim onu tatmin etmemektedir. Evet, günden güne Arapça'sı gelişmekte, ama ruhunun açlığı artmaktadır.

Sarf ve Nahiv ilimlerini öğrenmekteki maksat Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam gibi ilimlere varmanın anahtarıdır.

Fakat medreselerimizde bu ilimler daha çok öğrencinin kendi tasarrufuna bırakılmış gibi yıllar yılı Sarf ve Nahiv öğretilmektedir.

Medresede öğrenci olan genç İzzettin, Üstad Bediuzzaman Said-i Kurdi'nin "Kur'an'dan aldığı reçeteleri, asrın idrakine sunmak" gayesiyle yazdığı Risale-i Nurlardan olan Mektubat isimli kitabını tam bu dönemde bulur ve doyumsuz bir iştahla okur.

Artık o derdinin dermanını bulmuş ve "Nesere, Nesera Nesren" ,"Kale Zeydun, haza beytun, dexele medrese"den daha fazla ruhuna hitap eden bir eseri bulmuştur.
 

Mela İzzettin Yıldırım-.jpg
Fotoğraf: Risale Haber


Esasen Bediuzzaman, Risale-i Nurları; "yaşadığı dönemde İslam dünyasını derinden etkileyen felsefi akımlardan ve suçlamalardan dolayı ümitsizliğe düşen İslam toplumunun ihtiyaçlarına çözüm bulabilmek için yeni bir diriliş ve tecdit hareketini ortaya koymak"* amacıyla yazmıştır.

Yazdığı Sözler, Şualar, Lemalar ve Mektubat vb. eserler genç İzzettin gibi dimağı berrak, aç ruhların dermanı gibi onun ruhuna bir merhem olur.

Ve tanıştığı ilk günden öleceği son güne kadar bu merhemi yanından ayırmaz.

Kendisini tatmin etmeyen medrese eğitimini yarıda bırakarak, çantasında yeni edindiği "dermanıyla" memleketi Patnos'a gelir. Oradaki Nurcu diye bilinen insanlara takılır ve ailesine de yardımcı olur.

Bu arada askere gider ve gelir. Risaleleri okudukça aydınlandığını, huzura erdiğini düşünür. Lakin yeniden bir sıkıntı bürür yüreğini.

Zira fark eder ki Risale-i Nurların en büyük şanssızlığı, olması gereken medreselerin dışında yaygınlaşmasıdır.

Medreselerimizin de en büyük şanssızlığı Risale-i Nurlardan habersiz bir şekilde kupkuru olan Sarf ve Nahiv ilimlerine odaklanmasıdır.

Şayet Risale-i Nurlar medreselerde okunabilseydi muhtemelen geçen yüz yıldaki zifiri karanlıklar daha erken dağıtılabilir ve bu alemde özlenen ve beklenen tecdit hareketi gerçekleşebilecekti.

Ancak ne yazık ki risale okuyanlar medreseden habersiz, medresede okuyanlar da risalelerden habersiz çok uzun bir dönem geçirdi.

İşte Mela İzzettin Yıldırım bu kopukluğu gördü. Çünkü hem medresede okumuş, medrese de ilim ve irfana giden yolun anahtarını biliyordu hem de Risalelerdeki ilim ve irfanın tadına varmıştı.

Bu leziz irfanın şuaları yüreğinde raks ederken o medresedeki yavanlığın dermanını oraya götürmek istiyordu. 


Gerçi Nurcular şimdi de olduğu gibi yıllar yılıdır bu Risaleleri, her hafta bir araya gelerek vicdanlarını arındırmak amacıyla okuyorlar.

Kendilerine okunan kitlelerin anlamadığı risaleleri anlayacaklara, ondan feyiz alacak olanlara ulaştırmak istiyordu. Bunlar da medrese ehliydi.

Risale-i Nurların berrak pınarları medresenin yüzyıldan fazla bir süredir çölleşmiş tarlalarına akarsa buradan yetişecek meyvenin toplumu nasılda sağaltacağını, toplumun önderliğine soyunan insanların bu pınarlardan beslendiğinde toplumu kökten eğiteceğini ve bu eğitimin özlenen bir toplumsal adalet, özgürlük ve refaha sebep olacağının rüyasını görüyordu.

Bunun için geleneksele medreselerden Risale-i Nur medreselerine köprü olacak insanlar buluyordu ve onları bir araya getiriyordu.

Zaman hızla akıyordu. Ülkede teknolojik gelişmelere başat bir şekilde her şey katlanıyordu.

O, kitlelere ulaşmak için başka yollar ve yöntemler bulmalıydı. Bunun içinde nur pınarların sadece medreselere değil, eğitimin olduğu her kuruma akması için arklar, kanallar açmaya çalıştı.

Bu kanalları açmak; gerekli malzemeyi bulabilmek için toplumun içerisine daldı ve görüyoruz ki başka bir Çinli filozofun şu sözlerini rehber edindi;

Bilen ve bildiğini bilen akıllıdır. Onu izleyin.

Bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın.

Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir öğrencidir. Ona öğretin.

Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen bir aptaldır. Ondan sakının.


O da, bilen ve bildiği bilen akıllı olan birkaç dostunu etrafına toplayarak, bilen ve bildiğini bilmeyen uykulu insanlara ulaştı, onları uyandırdı ve halkayı genişletti.

Bunu yaparken; bilmeyen ve bilmediğini de bilen öğrencilere evler, medreseler, okullar açtı.

Onları giydirdi ve doyurdu ki bilmediğini bilenler bilsinler ve de öğrensinler ki toplumu uyandırmada ona yar ve yardımcı olsunlar.

Bütün bu çabaları için meşveretten, danışmaktan, kolektif bir şekilde çalışmaktan usanmadı; yaptığı her işte yanındakileri haberdar etti ve onları çabasına ortak etti.

Yolu uzun, yolu türlü meşakkatlerle doluydu. Yolunda yırtıcı hayvanlar, engebeli ve sert dağlar vardı. Ama o aşmak istiyordu.

Bunun için de bilmeyen ve bilmediğini bilmeyenlerden sakınarak, yolunun meşakkatine dayanacak arkadaşlarıyla yol almaya devam etti.

Macarların dediği gibi; "Allah'ın değirmeni ağır döner, ama iyi döner" misali Mela İzzettin, Allah yolunda girdiği mücadele için, hakkın ve hukukun namusunu koruyabilmek için tıpkı Üstad'ının söylediği gibi "Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilemez" düşüncesiyle önce Risalelerdeki tahrifatı ortaya çıkardı.

Sonra yapabildiği kadar Üstad'ın dilinden ve kaleminden çıktığı gibi bu risaleleri neşretti.


Risalelerin sansürsüz ve tahrifatsız neşri ona yeni dostlar kazandırdığı gibi, yıllardır Nurculuğu vicdan kuaförlüğü olarak kullanan ve Risale-i Nurların berrak pınarlarını bulandıran, Risaleleri kendi çıkarları doğrultusunda düzenle uyumlu hale getiren Ortodoks Nurcuların da düşmanlığına sebep oldu.

Onu 'Kürtçülükle, bölücülükle, düzene karşı gelmekle, Nur cemaatini tahrip etmek ve ümmeti parçalamakla' suçladılar.

Ona adavet edenler, onu o güne kadar pek tabii olan Kürtlüğü ile tanıştırdılar. Elbette ki, Kürtlüğünü unutmamıştı.

Evet, Kürt idi. Ama o güne kadar siyasal İslamcılıktan nasıl imtina ediyor idiyse, siyasal Kürtlükten de kaçınıyordu.

Zira siyasallaşma adavete öncülük ediyordu. Oysa o kendisini "muhabbetin fedaisi olarak" görüyordu ve siyasi bir tercihte bulunarak, kendi siyasetinin dışındakilere "husumete vakti yoktu"

Lakin nasıl ki yıllar yılı çalışarak, Üstad'ın öğrencilerinden, arşivlerden, mahkeme kayıtlarından yapabildiği kadar tahrifatsız ve Risaleler oluşturup neşrettiyse, şimdi o Risaleleri Üstad'ının anadili olan Kürtçe'ye çevirmek gerekiyordu.

İşte bunun için yepyeni bir işe soyundu. Risaleler tercüme edilecekti. 


Fakat heyhat... Yüzyıldır asimilasyona maruz olan Kürt toplumunda Üstad'ın ağdalı ve fevkalade hünerli bir şekilde yazılmış eserlerini Kürtçe'ye çevirebilecek insanlar nerede?

Öte yandan Kürtlerin hak ve hukukundan bahsedenlerin edindiği yabancı ideolojilerin, aydınlar ile toplum arasında oluşturduğu uçurum gün geçtikçe büyüyordu.

Melayê Cizîrî, Feqiyê Teyran, Ehmedê Xanî, Melayê Bateyî gibi onlarca şairini ve yazarını tanımayan, onlardan bir tane beyit bilmeyen gençlerin Marks'ı, Lenin'i, Stalin ve benzerlerini nasıl da şakır şakır anlattıklarını gördükçe bu kez medreseden halka ve aydınlara ulaşacak bir medresenin daha kurulması gerektiğine inandı.

İşte bunun için siyasetten uzak, sadece geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olacak yaygın, elden ele dolaşacak, her yere götürülebilecek bir medrese olan Nûbihar Dergisi'ni kurdu.
 


Derginin hazırlıkları kısa bir zamanda tamamlandı ve Ekim 1992'de "Ne zalim be, ne mezlum" yani "Ne zalim ol, ne de mazlum" başlığı ile tıpkı adındaki yenibahar gibi Nûbihar Dergisi yayına başladı.
 


Bu dergi Kürtçe yayıncılığa bir nefes gibi geldi. Zira İslami endişelerle ve fakat İslamcılık yapmayarak, Kürtçe lakin siyasal Kürtçülük yapmayarak, ama Kürdistan gerçeğini, Kürt dilinin bin yıla varan edebi ürünlerini sade ve güzel bir şekilde dile getiriyordu.

Tam bu sırada ağırlaşan Kürt sorununa çözüm önerleri getiren sempozyumlar, paneller ve konferanslarda başlattı. Artık Mela İzzettin için her yer medrese idi.

Türkiye'de toplumsal dokuyu parçalamadan, toplumları bir birine düşman etmeden çözülmesi gereken sorun için yeni bir mecraya, çözüm önerilerini halka ulaştıracak bir zemine de ihtiyaç vardı.

Bunun içinde Yeni Zemin dergisi kuruldu.
 


Gerek bugün hükümetin çeperinde olan gerekse medyanın, siyasetin değişik yerlerinde olan onlarca insan bu Yeni Zemin üzerinden beslenerek büyüdü.

Ne yazık ki çoğu nereden geldiğini unuttu. Tıpkı kabuğunu beğenmeyen kaplumbağa gibi nereden geldiğini unutanlar olduğu gibi, halen o zemin üzerindeki tartışmaları güncelleyerek devam edenler de var.

Seyda'nın bu çabalarını takdir edenler olduğu gibi kuşkuyla izleyenlerde vardı.

Bunlardan biri de zamanın İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'dı.

Onun itiraflarına Osman Tekin'in, İzzettin Yıldırım, Mazlum Bir Şehidin Adanmışlık Öyküsü adlı kitabından okuyabilirsiniz.
 


Bu çalışmalar ve tartışmalar süregelirken, onun bu çalışmalarından hoşlanmayanlar da arttı.

Ve nihayet bir gün karanlık eller onun vücudunu ortadan kaldırmakla fikirlerini de yok edebileceğini sanan eblehler bu vahşi emellerini gerçekleştirmek için düğmeye bastılar.

"İhanetin anahtarı güvendir" derler. Doğrudur. Lakin Mela İzzetin Yıldırım insana güveniyor, insanın savfiyetine, insanın haysiyetine inanıyordu.

Bir yere çağrıldığında gidiyor. Rızayı İlahiyi kazanmanın, takdiri ilahiye bihakkın inanmaktan geçtiğini ve onun takdiri olmadan bir şey olmayacağını, onun oldurduğunu da başkasının engelleyemeyeceğine olan inançla ve tevekkülle gidiyor çağrılan yere.


Lakin heyhat...  Zaman sadece "Fi ehsenit-takvim" üzere yaratılan insanların zamanı değil, daha çok "Esfeles-safilin"e doğru azık toplayanların zamanıydı.

O hainler, başka hainlerin azmettirmesiyle onu hile ile medresesinden alıp götürdüler.

1999 yılının son gününden yeni yılın birinci ayı boyunca ona işkence ettiler. Ama ne onu kaçıran hainler ne de sevgi ve merhamet dolu, hizmet iştiyakıyla bütün ömrünü geçirmiş olan saf ve temiz yüreğine işkence ederek öldürenler bugüne kadar ortaya çıkmadılar.

Hala bir dehliz faresi gibi dehlizlerinde yaşıyorlar.

Onun eserleri ise günden güne büyüyor ve hizmetlerine devam ediyor.

Sanıyorum ve umut ediyorum ki onun aziz ruhu Rabbinin mükafatı ile şerefyab olmuştur.

Bu vesile ile katillerine lanet derken, ona ve beraberinde olan kardeşine Rahmanı Rahim'den mağfiret diliyorum.

 

 

* İzzetin Yıldırım Mazlum Bir Şehidin Adanmışlık Öyküsü, Osman Tekin, Gündoğumu yayınları 2013 İstanbul.

**Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU