Prof. Ersin Kalaycıoğlu: Yeni bir ekip gelirse Türkiye'ye yeniden kredi açılabilir

Prof. Ersin Kalaycıoğlu, Independent Türkçe'ye konuştu

Fotoğraf: Independent Türkçe

Türkiye'de son dönemde gündem Kanal İstanbul, Libya'ya asker gönderme kararı ve yerli otomobil üçgeninde ilerliyor.

Bilek güreşine dönen Kanal İstanbul konusunda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "İsteseniz de istemeseniz de yapacağız" açıklamasıyla kararlı olduğunu söylüyor.

Başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere, muhalefet cephesi projeye karşı.

27 Aralık'ta tanıtımı yapılan yerli otomobil projesi konusunda ise muhalefet mesafeli olmakla birlikte destek olabileceği izlenimi de veriyor.

Türkiye'nin hareketli gündemini, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ersin Kalaycıoğlu'yla konuştuk.

Kalaycıoğlu'na göre Türkiye 2009'dan sonra uluslararası arenadaki kredisini azaltmaya başladı.

Bugüne gelindiğinde ise artık o kredi tükenmek üzere ancak yeni bir ekibin Türkiye'yi yönetmesi halinde eskiden olduğu gibi yine kredi açılabilir.

Türkiye'nin içinden geçtiği dönemi 'Neo-patrimonyal Sultanizm' olarak adlandırıyor Kalaycıoğlu.

Söz konusu rejim türünün en büyük özelliklerinin 'istikrarsızlık içermesi, iktisadi bakımdan gelişme gösterememesi ve yolsuzluklara neden olması' olduğunu söylüyor.

Kanal İstanbul'un bir başarısızlık abidesi haline gelebileceğinin altını çizen Prof. Kalaycıoğlu, Montrö Sözleşmesi'nin devreden çıkması halinde Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını tesis etmek konusunda sorun yaşayabileceği düşüncesinde.

Akademide yarım asra yaklaşan Prof. Ersin Kalaycıoğlu, söyleşimizde Türkiye'nin iç ve dış siyaseti, ekonomisi ve hükümetin son 10 yıl içindeki izlediği politikalar ile ilgili farklı noktalara temas etti.

"Seçmenin rızası alınmadan yapılacak kanal meşru değildir"

- Kanal İstanbul, Libya ve yerli otomobil üzerinden çok boyutlu bir tartışma yürüyor. Kanal İstanbul, ne getirir, ne götürür?

Türkiye'nin içsel ekonomik durumu daha zora girerse, o zaman bu sürecin 30 yıla kadar çıkabileceği iddia ediliyor. İstanbul’un değil ama Trakya’nın ortasında devasa bir çukur olacak. Dolayısıyla bu proje tamamlanmayabilir. Bu tür projelere beyaz fil projesi deniliyor. Mesela bir tane tünel açtık. Alifuatpaşa Sapanca arasındaki 8 kilometrelik Doğançay tüneli yapıldı. Hiçbir zaman kullanamadık, öyle kaldı. Kanal İstanbul da öyle bir beyaz fil projesine dönüşebilir. Aynı zamanda Türkiye’nin başarısızlık abidesi haline gelen bir görünür anti propaganda malzemesine de dönüşebilir. Bunun dışında başka rizikolar da mevcut bu projede.
 

0x0-kanal-istanbul-projesi-nedir-kanal-istanbul-son-durum-nedir-1574965082916.jpg
Kanal İstanbul projesi ilk olarak 12 Haziran 2011 seçimleri önce dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından duyurulmuştu / Fotoğraf: AA


Bu rizikoları siyasetçiler hesaplayamayacağı gibi siyaset bilimciler de hesaplayamaz. Bunları uzmanlık alanları bu rizikolara has konular olan bilim insanları ve uzmanlar açıkça tartışmalı. Özgürce, emirle değil. Farklı modellemeler ile simülasyonlar yaparak bizim önümüzde tartışılırsa biz sokaktaki adam olarak bu rizikoları daha iyi anlar ona göre düşünür, tartışabiliriz. O zaman bu rizikoyu göze alalım mı almayalım mı, bu projeyi destekleyelim mi desteklemeyelim mi diye karar verebiliriz. Burada eğer ölüm kalım meselesi olan rizikolar varsa mutlaka İstanbullu ve Trakyalı seçmenin oyunun, onayının alınması gerekir çünkü ölecek olan da, bu projeye vergileriyle ve ödemeleriyle katlanacak olan da biziz.
 

244051-1542670582.jpg

Erdoğan, Kanal İstanbul'u tanıttığı ilk toplantıda projeyi "Bu bir çevre projesi" olarak nitelemişti  / Görsel: Hürriyet Gazetesi, 27 Nisan 2011


Yani Türkiye’nin 2012 senesinde Birleşmiş Milletler’in aldığı 21. yüzyılda hükümet etme ilkelerini belirleyen kararda oyu veya desteği var. Bu ilkelerin başında iyi yönetişim geliyor. Buna göre alınan kararlarda şeffaflık esas olacak ve bir kamu politikası izleneceği zaman öncelikle ondan etkilenenlerin rızasını alacaksınız deniliyor. Dolayısıyla seçmenin rızasını almadan yapılacak böyle bir kanalın BM iyi yönetişim ilkelerine aykırıdır ve dolayısıyla meşru bir proje değildir. İlk önce rizikolarını kamuya anlatırsınız, ona rağmen seçmen onay verirse, vergi ve ödemeler çok yüksek dediğinde veya öldüğü vakit 'kendin etti kendin buldu' dersiniz. Ama şimdi yaptınız halkın ödeme gücünü aştı veya kitlesel ölümler oldu; bundan kim sorumlu olacak, kim verecek bunun hesabını?

"Montrö devreden çıkarsa Boğazlar üzerindeki egemenliğinizi nasıl tesis edeceksiniz?"

- Boğazların statüsünü belirleyen Montrö Sözleşmesi üzerinden de tartışılıyor Kanal İstanbul...
 

a.JPG
Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu / Fotoğraf: Independent Türkçe


Türkiye’nin kuruluş belgesi olan Lozan'da bazı konular ele alınmamıştır. Bu konular Irak sınırı, İskenderun Sancağı’nın (Hatay’ın) statüsü ve Boğazlar meselesidir. Boğazlar konusunda Lozan'daki formül uluslararası denetimdir. Boğazlar’da Türkiye’nin egemenlik haklarını tescil eden Montrö Antlaşmasıdır. Şimdi, Montrö’yü devreden çıkartırsanız, Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarımızın hukuki temelini nasıl tesis edeceksiniz? Bugünkü kuvvet dengesi içerisinde Türkiye öyle çok kuvvetli değil, acaba ABD ve Rusya’yı ve diğer imzacı devletleri ikna edebilecek misiniz? Bu konudaki hazırlığınız, olgu ve verileriniz nelerdir? Hiçbiri belli değil. Kamuda açıkça ve bilimsel temelde bir tartışma olmadığından dolayı bir şey bilmiyoruz ve sanki bir meçhule doğru yelken açıyormuşuz gibi görünüyor durum.

"Japonya bile Boğazlar üzerinde söz sahibi olabilir"

- Boğazlar konusuda Japonya bile taraftı. O gün sözleşmeyi imzalayanlar, bugün yeniden söz sahibi olabilirler mi?

Tabii. Kaldırdığınız andan itibaren bir önceki anlaşmada yapılmış olanların hepsi gelecek. Birden bire ortada kalacaksınız. Japonya'yla da bu Carlos Ghosn vesilesi dolayısıyla ilişkimiz nasıl onu da bilmiyorum. Herkesle ilişkilerimizi bozmakta çok mahiriz. Ama bugüne kadar izlemiş olduğumuz en azından 2009'a kadar izlemiş olduğumuz dış politikamızda tam tersi bir imaj vardı.
 

244021-416177138.jpg

20 Haziran 1936, Montrö / Fotoğraf: Swiss Info


2009’a kadar bütün Ortadoğu'nun ve Avrupa'nın Türkiye'ye güvenmesi ve istikrar adası olarak görmesi söz konusuydu. Bununla istikrarsızlık üretiyoruz. Yani Balkanlarda sorun çıkıyordu, Yugoslavya parçalanıyordu, bundan Suriye etkilenmiyordu. Gürcistan da etkilenmiyordu. Türkiye etkileniyordu. Türkiye bir tür amortisör görevi görüyordu. Her türlü bölgesel şoklarla mücadele etmesini bilen ve bunları komşusu olduğu diğer bölgelere yansıtmayan bir konumdaydı. Bununla uluslararası itibar kazanmıştı. Bu sayede büyük ülke muamelesi görüyordu. Ya gelen dalgayı artırıp öbür taraftan geçirirsiniz ve orada büyük istikrarsızlığa neden olabilirsiniz ya da amortisör gibi şoku alırsınız hiçbir yere vermezsiniz içinizde yok edersiniz. 2009’a kadar hep bunu yaptık ve dünya bunun için Türkiye'ye çok büyük kredi açtı. Bu krediyi 2009’dan sonra yavaşa yavaş, ama son yıllarda giderek hızla yok etme sürecine girmiş bulunuyoruz. Bizim neden saygın, itibarlı ve büyük ülke görünümünde olduğumuzu anlamadı AKP iktidarı, yanlış yorumladı. Şimdi sorun üzerine sorun yaratıyorlar ve Türkiye giderek sorun çözen ülkeden, sorun üreten ülke konumuna doğru evrilmeye başladı; hem de dünyanın en tehlike üç bölgesini birleştiren bir konumda olarak! 

"Yeni bir ekip geldiğinde kredi açılacaktır"

- Hala var mı bu kredi?

Bir miktar kaldı ama her adımda bu kredi giderek azalıyor. Türkiye'nin uluslararası güvenirliği ve itibarı azalıyor.

- Geri dönüş mümkün mü?

Geri dönüş o kadar kolay değil. Bir bugünkü siyasal rejim görüntüsünü değiştirmeniz gerek. Yeni bir ekip geldiğinde, yeni bir kredi açılacaktır diye varsayıyorum ama ondan daha önemlisi bugün içine düşmüş olduğumuz bu sorunlar yumağı kısmen Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kendi ideolojik yaklaşımından kaynaklanıyor, tarafsız olmak, arabulucu olmak yerine bölge içi çatışmada taraf olmayı tercih ediyorlar. Türkiye'nin 2010’lara kadar izlemiş olduğu politika, herkesle uzlaşabilen, herkesle geçinebilen, yumuşak güç unsurlarını ön planda tutan yani diplomasi, hukuk, bilim, itibar, güvenilirlik ve bunlar üzerine dayalı ittifaklar kurmak ve bölge ülkeleriyle birbirinden bağımsız birebir ilişkiler kurmak üzerine inşa edilmişti. Yani Ortadoğu'daki bir ülkeyle aramızda ikili ilişkiler kurarak temasları sürdürmeye öncelik veriyorduk. Türkiye'yle Suudi Arabistan, Türkiye'yle İran ama bunları ayrı tutmak suretiyle Türkiye bu ikili iyi ilişkileri sürdürdü. Hiçbir zarara uğramadan da izledi.

"Osmanlı'ya öykünmek akıl alacak şey değil"

- 2009'a kadar izlenen dış politika, AK Parti öncesinin devamı mıydı yani?

Temel itibariyle bunu Dışişleri Bakanlığı bürokrasisi ile yaptık. Diplomatlar bu politikayı öğrenecek, takdir edecek ve sürdürecek şekilde eğitildi. Bu politikayı öğrenerek mesleğe başladılar. Şimdi bunu terk ettik; üstelik hiçbir gerekçe göstermeden. Gerekçe olmadığı için bir çok düşünür bu gelişmenin Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Siyasal İslamcılık ideolojisine bağlı olduğunu düşünüyor. Bir de Osmanlı nostaljisine. O tabii tarih dışı. Ahistorik veya anakronik bir şey. Aynı zamanda zaman uyumsuzluğu içeriyor. Osmanlı siyaseti belli bir uluslararası ilişkiler  sisteminin, dünya siyaseti ve ekonomisinin ürünüydü. Osmanlı'nın esas itibari ile imparatorluk kuruluşu Fatih ile başlıyor. Ve altın çağı 1453-1520 arası. 1520'den itibaren muazzam bir iktisadi çöküş içerisine giriyor. Çünkü Amerika kıtası keşfedilmiş; orada muazzam bir talan başlamış durumda, bilhassa İspanyollar eliyle. İngilizler de korsanlıkla İspanyolların elindeki altınları alıyorlar, Avrupa'yı altın basıyor, altın esaslı bir para politikası var o zaman, altın arzı genişleyince muazzam bir enflasyon ortaya çıkıyor ve o enflasyon Osmanlı'yı da vuruyor.
 

13-kanat011.jpg
2009 yılının ocak ayının son günlerinde dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Davos zirvesinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile tartışması çok konuşulmuştu / Fotoğraf: Insight Turkey 


Kökenini anlamadıkları için yanıtını da veremiyorlar. 'Daha ahlaksız olduğumuz için bu bizim başımıza geldi, daha ahlaklı olalım' diyorlar. Ahlaklı olmaktan anlaşılan daha fazla ibadet etmek, ama hiçbir şey değişmiyor. Dolayısıyla bu yaklaşım Osmanlı'nın daha da kötüye gitmesine neden oluyor. 100 yılı aşkın bir zaman sonra Karlofça'dan başlayan bu süreçte toprak kayıpları meydana gelmeye ve ordu dökülmeye başlıyor. Bu arada 1760'dan itibaren endüstri devrimi başlıyor. Endüstri devrimini de kaçırınca ordu modernleştirilemiyor; yavaş yavaş çökmeye başlıyor İmparatorluk. Bu çöküş yavaştan başlayıp hızlanıyor. Buna öykünmek akıl alacak bir şey değil. Çünkü Osmanlı sonuç itibariyle çökmüş bir imparatorluk. Osmanlı'yı çok suçlamamak lazım çünkü bütün imparatorluklar çöktü. Bu devir imparatorluklar devri değil artık. Bunu anlamamış bir tek Ruslar var, bir de bizim hükümet. Ruslar yine imparatorluk peşindeler daha önce dört imparatorluk kurup dördünü de çökertmişler. En son Sovyetler Birliği de 1991’de çöktü.

Biz de şimdi aynı durumdayız. Tunus konusunda bir şey söylerseniz 'Bizim eski vilayetimizdi' diyor Adalet ve Kalkınma Partisi ile ona sempati duyanlar. Bu neyi ispatlıyor? Tunus da bir milli-devlet, tıpkı bizim gibi. Üstelik Tunus bugün bizim yapamadığımız demokrasi ivmesini yakaladı. Tökezlemezse yerleşik bir hale gelecek demokrasi ilk kez bir Arap ülkesinde. Şu andaki karşılaştırmalı demokrasi kalitesi ölçümlerinde Tunus 50 sıra önümüzde bizim. Biz 2008’de çok daha ilerdeyken 2012’den itibaren geri düşüyoruz. Dolayısıyla bu benzetmeler, öykünmeler, nostaljiler çok büyük bir ayak bağı Türkiye için. Türkiye'nin içinde bulunduğu dünyayı çok daha iyi anlayarak, ayak uydurmaya çalışması bence çok daha akıllıca olacaktır.

"Yerli otomobilimiz zaten vardı"

- Yerli otomobil hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yerli otomobilimiz oldu zaten bizim. Ben lisedeyken dediler ki Standard Belde’nin vitrininde Anadol  var. Gidip onu görelim dedi arkadaşlar. Gittik 4 tekerlek üzerinde bir otomobil, yıl 1968; ilk Türk malı otomobil piyasaya arz edilmiş.
 

20191228_2_40057354_50739625-min.jpg

Yerli otomobil projesi 27 Aralık 2019'da Bilişim Vadisi'nde düzenlenen program ile tanıtıldı / Fotoğraf: AA


Orada esas olan bugünkü dünyanın otomotiv sanayinin gelişimindeki teknolojik sıçramayı sağlayacak yeni bir model yaratmak. Ya elektrik ya hidrojen gibi bir yakıtla çalışan bir araç üreteceksiniz. Çevreyi kirletmeyecek ve ekonomik olacak.  Bilmiyorum bugün gösterilen araç kaça patlayacak. Burada uzmanların yeterince tartışmadığı şey temel tartışılması gereken şey pil veya batarya teknolojisi.

"Herkesle bozuştunuz, hiç kimseye bir şey kabul ettiremedik"

- İktidar bir sıkışmışlık mı yaşıyor? Hem yerli otomobil, hem Libya konusu hem de Kanal İstanbul tartışmaları bu sıkışmışlığı açmak için mi kullanılıyor?

Libya'daki pozisyonumuz daha önce 2011 Arap Baharı'nın başından beri hatta daha önce "one minute" krizinden beri almış olduğumuz kararların neticesinde ortaya çıkmış sonuçtur. Kendimizi Ortadoğu'da yalnız bırakacak bir politika izledik. Hatta buna “değerli yalnızlık” adı verdiler. Değerini göremedik henüz ama oradaki değerlilik anladığım kadarıyla ideolojik yalnızlık anlamına geliyor. Biz daha üst bir siyasi ideoloji veya daha üstün ahlaki bir pozisyonu temsil ediyoruz gibi bir görüş ileri sürdüler. Onun herhangi bir getirisi yok. Biz Filistin davasında İsrail'i suçluyoruz ve Filistin'i tutuyoruz gibi gözüküyor. Suriye'ye Barış Pınarı Harekatı harekatı düzenlendiğinde Filistin İsrail'le birlikte Türkiye'yi tel'in ediyor. Ne oldu bizim “değerli politika”nın getirisi? Aynı zamanda bir arada olması imkânsız olan İran, Filistin ve İsrail üçlüsünü birleştirmeyi başaran bir politika izliyorlar. Biz bunları birbirinden ayırıyorduk. Filistin meselesinde İsrail bizimle konuşuyordu, Filistinliler İsrail için bizimle görüşüyordu biz arabuluculuk yapabilecek poziyondaydık, kaybettik. Bu değerli bir adım mı? Açıklamak lazım. Bunları açıklayamadıktan sonra ister istemez ideolojik bir pozisyon olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. İdeolojinin bedeli var. O bedel Libya. Şimdi sıkıştık. Daha önce Suriye, Lübnan, İsrail, hatta Filistin'in kara suları ve ekonomik münhasır bölgesi olması için gayrette bulunsak Mısır ve Libya'yla görüşsek, Yunanistan ve Güney Kıbrıs'la görüşmenin zorluklarını bir ölçüde aşabilirdik. Biz Karadeniz'de bunu yaptık, hem de Sovyetler Birliği ile. Yani düşman kamplarda olan iki ülke münhasır ekonomik bölge tartışmalarını başarıyla bitirdik. Oradan ilham alarak Akdeniz'de de bunu yapacağımıza, saydığım ülkelerle ilişkilerimizi bozduk. Bu kadar bozuk ilişkilerin içerisinde yalnızlaşıyorsunuz. O zaman Akdeniz'e çıkamayacak hale geliyorsunuz. Tüm bunlar Türkiye'nin 2009 yılında kadarki dış politikasının 180 derece tersi. Biz pasif değil, aktif olmalıyız  diye hükümet yola çıktı. Bunlar çok kullanılan kelimeler. Oldunuz da ne oldu? Herkesle bozuştunuz, hiç kimseye bir şey kabul ettiremedik, yumuşak gücünüzü kaybettik ve geriye bir tek elimizde sert güç olan asker kaldı. Şimdi her sorunu askerle çözmeye kalkıyorsunuz. Elinize çekiç alıp her şeyi tamir edeceğim diye ona buna vurmaya kalkarsanız birçok şeyi kırarsınız.

"Abdullah Öcalan'ı asker müdahalesi ile mi aldık?"

- Bu şekilde davranmanın karşılık bulma ihtimali var mı?

Yok, ne karşılığı bulacak. Sonuç itibariyle Türkiye'yi müttefik, sonuç çözücü, muteber ve aynı zamanda güvenilir bir ortak olarak gören Avrupa ve ABD ile sorunlu hale gelmiş durumdasınız. Hem NATO hem Avrupa Konseyi'nde inanılmaz seviye kaydediyorsunuz. Kaybettiğiniz zaman orayla da ilişkinizi bozmuş oluyorsunuz, o ittifaka da güvenemez hale geliyorsunuz. İttifak size siz ittifaka güvenemediğiniz için ittifakla sorunlarınız başlıyor, onlarla itişmeye başlıyorsunuz. Dolayısıyla burada en azından hükümetin çıkarması gereken sonuç kendi attıkları adımların zaman itibariyle dönüp kendilerini vurmakta olduğunu görmeleri olsa iyi olacak. Bunu görmedikleri sürece bu hükümetin politikalarını düzeltme şansı yok. Çünkü herhangi bir şeyde bu şekilde hata yapıp bu hatanın bedelini ödemek gibi bir sonuçla hiçbir zaman karşı karşıya kalmadılar. Başkalarına bedel ödettiler ama kendileri böyle bir durumda kalmadılar. Bu nereye kadar sürecek. Unutulmasın ki her zaman her attığı adımda şanslı olamazlar.
 

20191231_2_40094441_50804858-min (1).jpg
Fotoğraf: AA


Temel siyaset bilimi yasalarından bir tanesi 'hükümetin maliyeti vardır' diyor. Maliyet giderek artıyor. Hem hükümet hem devlet için artıyor. Şu anda devlet için de zorluklar içeren bir sürece girilmiş durumdasınız. Hem Suriye'de ciddi ölçüde iç savaşın bir unsuru olarak bulunmaktasınız, oraya asker müdahalesi ile bir şeyler yaptırabiliyorsunuz. Eskiden asker müdahale etmeden yaptırabiliyordunuz. Biz Suriye'nin elinden Abdullah Öcalan'ı asker müdahalesi ile mi aldık? O zaman mı daha güçlüydük, şimdi mi daha güçlüyüz? Şimdi asker müdahale etmeden hiçbir şey alamıyoruz. Ve o zaman biz orada Türk toprağı olan Süleyman Şah türbesinin bulunduğu toprağı herhangi bir şekilde tehlikeye soktuk mu? Hayır. Yumuşak gücün güç olmadığını düşünüp onun yerine başka bir takım araçlar kullanmayı, onlarla politika yapmayı tercih ettiklerinde ne kadar büyük bir hata yaptıkları gözüküyor. Kaybettiğiniz itibarı şimdi nasıl kazanacaksınız? Bugünkü iktidar eliyle kazanma şansımız giderek zayıflıyor.

Hükümet değişikliği ve Türkiye'de siyasal rejimin tekrar demokrasi yapısına dönmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi dedikleri yapıda demokrasi mevcut değil. Bu yapıya benzer yapılar dünyada çok. Mesela Haiti, Dominik Cumhuriyeti. Küba'daki Batista rejimi, İran'daki Şah Rıza... Hepsi aynı niteliktedir. Bunları siyaset sosyolojisinde Patrimonyal Sultanizm olarak tanımlıyorlar. Biz onun yeni ve değişik bir türüyüz. Neo-patrimonyal Sultanizm. Bu rejimlerin temel özellikleri büyük istikrarsızlık içermeleri, iktisadi bakımdan gelişim gösterememeleri, aynı zamanda içerde çok büyük yolsuzluklara neden olmaları. Bu rejimlerin çok uzun boylu sürmesinin mümkün olmaması bir lider ya da iki lider ömründe gidiyor.


Siyasal yapıda kişisel ağırlık artınca, kurumsal siyasal yapıda ağırlık azalınca, gücünüz azalır. Tek kişiyi etkilemek her zaman kurumları etkilemekten kolaydır. Bunun örneğini de Trump, Erdoğan'a ders gibi gösterdi. Amerika'ya gittiğinde Trump, 'Ben senatörlere söz geçiremiyorum, çağırdım sen anlat' dedi. Hoş Erdoğan da bu Senaörlere söz geçirebilmiş gibi gözükmüyor, çünkü bir sürü yaptırım kararı çıktı ABD Senato’sundan.

"Hükümet için olumlu olmayacaktır"

- Kanal İstanbul'un yapılıp yapılmaması Türkiye siyasetinde belirleyici olur mu?

Büyük etkilerinin olabileceğini zannetmiyorum. Yaptı demek için 10 - 15 yıl geçmesi gerek.

- Seçmen gözünde bir etkisi olmaz diyorsunuz yani?

Tek başına olmaz. Bir tek bunun yüzünden bir şey olacağını zannetmiyorum. Ama ekonomi kötüye giderken bir de bundan dolayı ek yükler gelmeye başlarsa, olumlu olmayacaktır hükümet için. Unutulmamalı ki kredi alabilir ülkeler arasında da son yıllarda geriye düştük

"Ya yarı başkanlığa dönülecek ya da..."

- İktidarın yapısı itibariyle eskiye dönüş olur mu?

Ya yarı başkanlığa dönülecek 2014'teki gibi. O kolay. Bir referanduma gidilecek  ya da Meclis'te oy çoğunluğuyla o maddeyi 2017 halk oylamasındaki maddeleri iptal edersiniz, yarı başkanlığa dönersiniz. Ya da daha vahim bir durum var ortada. Yapılar çöktü. Yasama meclisi, TBMM adı durmakla birlikte TBMM değil. Çalışmıyor. Aynı zamanda yargı çok büyük bir erozyon içerisinde.

"Bunlar olmadan Türkiye'nin itibarı kolay iade edilmez"

- Restorasyon mu yeniden kurulma mı gerekiyor?

Büyük bir değişikliğe ihtiyaç var. Küçük değişimlerle olabilecek bir iş değil erozyona uğrayan kurumları yeniden canlandırmak. Ancak, bir süreç olarak önce yarı-başkanlığa dönersiniz, zamanla partiler anlaşılıp daha doğru dürüst demokratik yapı oluşturacak bir anayasa, bunun üzerinde mutabakata varılmış geniş siyasi partiler yelpazesi, ona dayalı seçim sistemi ve diğer siyasal yasalarla yola devam etmeye çalışmaya gayret edilebilir. Bunlar olmadan Türkiye'nin itibarının tekrar iade edilebilmesinin kolay olacağı kanısında değilim. Demokrasinin yan unsuru aynı zamanda sosyo-ekonomik refah artışı. Liberal bir demokrasi anlayışı kurabilirseniz, eğer hukuk devletiyle bağlantılı bir demokrasiniz çalışmaya başlarsa, o zaman ivme kazanabilirsiniz. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin buna geçebilmesini fevkalede zor görüyorum. AK Parti içinden yeni çıkmış partiler bunlardan bahsediyorlar. Mesela Davutoğlu'nun partisi bahsediyor. Ama atacak mı bu tür adımları, o duruma gelecek mi, o iradeleri var mı? Henüz bilmiyoruz. Tam anlamıyla bağımsız, tarafsız, partizanlık yapmayan, dürüst yargı yönetimine dönülmesine bu yeni partiler katkı verebilecekler mi? Burada kritik olan soru bu. Biz buralarda kaybediyoruz. Kurumlar olmadan yolunuza uluslararası yumuşak gücü olan, itibarlı bir ülke olarak devam etmemiz zor görünüyor. 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU