Gölgede bekleyen millî ekonomik devrim

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Türkiye’de siyaset bir süredir “Kanal İstanbul” projesine odaklanmış durumda. “İnadına yapacağız”/“inadına yaptırmayacağız” ayrışmasının ötesinde, halkın acil ve dahi uzun vadeli ihtiyaçlarının bu vesileyle perdelendiğini gözlemliyoruz.

Gerek iktidar gerekse de muhalefet eliyle örgütlenen sunî gündemlerin ülke insanına hiçbir yararı dokunmadığı gibi, bilakis onun sabır taşını çatlatıcı etkileri mevcuttur.

Siyasetçi sınıfı dar çevrelerde ve dahi kulislerde kendi arasında garip münakaşalara giredursun, vatandaşın gerçek gündemi yalnızca boş tencerenin çıkardığı o acı sestir.

Açıkça ve komplekssizce ifade edelim: Türkiye’de halk artık siyaset kurumundan boş laf, hamaset yahut tatlı hayal talep etmiyor.

Bugün halkın tek derdi karnını doyurmaktır.


Halkın gerçek gündemi nedir?

Türkiye’de insanlar ahlakları ve namuslarıyla çalışmak, rahatça geçinebilecek kadar para kazanmak, ailesinin en temel ihtiyaçlarını karşılamak istiyorlar. Gelinen aşamada mesele “yaşamak” bile değil, “hayatta kalmak”

Evet, bu kadar basit.

Bugün bir aile babası veya bir emekli 2-3 farklı işte çalışmak istemiyor. Mesai saatlerinin dışında kalan zamanında sevdikleriyle vakit geçirebilmek, dinlenebilmek istiyor. Evine ekmek götürebilmek ve tencerenin kaynayabilmesini temin edebilmek için günde 14-16 saate varan çalışma saatlerine mahkûm edilmesin istiyor.

Başka?

Bugün bir anne çoluk çocuğun ara sıra protein almasını, et yemesini istiyor. Sağlığını riske atmaksızın kıyma, sucuk satın alabilmek istiyor. Pazar yerine uğradığında, uçuk fiyatından ötürü en alelade sebzeyi bir torbaya doldurmaktan imtina etmesin istiyor. Evladı güzel “ciciler” giysin-kuşansın, okulda bir eksiği olmasın – arkadaşlarına mahcup olmasın istiyor. 

Tasarruf imkanlarını, ayda-yılda bir ailece çıkılan yemekleri, muhtelif tatil planlarını, değişiklik olsun diye gidilen sinema, konser ve tiyatro gibi kültürel faaliyetleri – hepsini unutun. 

Bugün, sadece bugün, Türkiye’de insanların neredeyse yüzde 20-25’lik kesimi açlık sınırının, yüzde 35-40’lık bir kesimi ise yoksulluk sınırının altında hayatla mücadelesinde bir başına bırakılmış, yalnızlığa terk edilmiş vaziyettedir. Üstelik bu oranlar resmî rakamlarla sivil projeksiyonların sadece bir ortalamasıdır.

İşsizlik almış başını yürümüş. Gelir dağılımında eşitsizlikle Türkiye, 33 Avrupa ülkesi arasında ikinci sırada. “Sosyal adalet” mevhumumuz her koldan çatırdıyor.

İŞKUR’a göre kayıtlı üniversiteli işsiz sayısı son 15 yılda tamı tamına 10 kat artmış. Başka bir deyişle, artık diploma fayda etmiyor. Fayda ettiğinde dahi, bir üniversite mezununun eğer işletebileceği ahbap-çavuş ilişkileri yoksa yakalayacağı en büyük “başarı” bir staj oluyor.

Artık “ebedî stajyerlik” dönemi açıldı diyebiliriz. Devletin verileri her 3 gençten 1’inin işsiz olduğunu ortaya koyuyor. Halbuki bu sayının çok daha fazla olduğu rahatlıkla öngörülebilir. Sigortasız, esnek ve geçici işlerde çalışanların hali perişan. 

Ay sonunu huzur içinde getirebilmek, faturalarını gönül rahatlığıyla ödeyebilmek, banyoda sıcak suyla dilediğince yıkanmak, soğuk havalarda evinde doğalgaz parasını dert etmeden oturabilmek, istediği yemeği istediği zaman ve istediği yerde yiyebilmek, bir hobi edinmek ve bu hobinin gerektirdiği harcamaları yapmak – kısacası hayattan zevk almak imkansızlaştı.

İnsanın yüreğini burkan çaresizlik manzaraları boşuna yükselişte değil.


İflasın ardından “millî ekonomik devrim”

Sanayide üretim her geçen gün biraz daha eriyor. Tarım ve hayvancılık sektörlerinde yaşanan iflas ise Türkiye’yi Rusya’dan şeker pancarı, Bulgaristan’dan saman ve Sudan’dan at eti ithal eder pozisyona getirdi. 

Uzunca bir dönem boyunca Türkiye’nin “lokomotif sektörü” addedilen ve bu anlamda çeşitli niş sektörlere de canlılık aşılayan inşaat sektörü dahi bugün itibariyle krizin eşiğindedir. “Konkordato” ilan eden dev firmalar herkesin malûmudur.

Devletin yürüttüğü altyapı projelerinde hak edişlerin ödenmesi her gün biraz daha fazla gecikiyor. İnşaat alanında üretim yapan (yapmaya çalışan) nadir şirketler ise döviz kurlarındaki dalgalanmalar ve iç piyasada yaşanan daralmalar sebebiyle fevkalade zor günlerden geçiyor.

Hammadde ithalatında ödeme vadeleri 30-60 gün olarak kaydedilirken, iç piyasada gerçekleştirilen bir satış operasyonunun ödeme vadesi artık – en iyi ihtimalle – 150 gün olarak belirleniyor.

Hâl böyleyken, biz neyi tartışıyoruz Allah aşkına?

Borcu borçla kapatma dönemi sonlanmıştır. “Sürdürülebilir borç sistemi” sürdürülebilir olmaktan çıkmış, çökmüştür. Dünden katiyen ders alınmadığı gibi, dün aldıkları sıcak paranın betona – orta ve uzun vadede hiçbir gelir üretmeyen atıl betona – gömülmesine ses çıkarmayan bazı şahıs ve çevreler, bugün “ekonominin kurtarıcı kadroları” muamelesi de görebiliyorlar. 

Pes doğrusu!

Türkiye’de halkın karnı gerçekten aç belki, ancak aynı karın siyasî fantezilere de bir o kadar toktur.

Halk, iş ve ekmek istiyor. Bu bir insanın dillendirebileceği en masum ve en namuslu taleptir hiç kuşkusuz. Türkiye’de kimse hiçbir zaman ense yapmaya, oturduğu yerden para kazanmaya meraklı olmadı – dün ve bugün bir kaymak tabaka müstesna. Hep çalıştı, çalışmaya istekli oldu. Alın teri ve emeğiyle helal rızkının peşinden koştu. Halk bugün de bunu yani en doğal ve en şahsiyetli hakkından başka bir şey istemiyor.

Kabullenmekten ve söylemekten kimse korkmasın: Türkiye’de halk bugün bir millî ekonomik devrim istiyor. Evet, hakikaten bu anlamda bir devrim bekleniliyor.


Neden “millî ekonomik devrim”?

Halk, bankalar nezdinde metalaştırılmak istemiyor. Borç batağına düşmek, eşin-dostun yüzüne bakarken utançtan yerin dibine girmeyi reddediyor. Köle gibi çalıştırılmanın, amansızca sömürülmenin, ucuzlaştırılmanın, ezilmenin, horlanmanın ve susturulmanın artık sınırları çok berrak bir biçimde çizilmiştir.

Kavramsal farkındalık henüz tüm ihtişamıyla yerleşmemişse de, Türkiye’deki yığınlar ufukta bir finans-kapital kritiğini gözlüyor.

Geçen on yıllarda “laik” karakterli büyük sermaye diktası ile sözde “dindarlık” ihtiva eden büyük sermaye diktasının aslında farklı şeyler olmadığı anlaşıldı. Günün sonunda gerçekte ne “laik” kapital materyalist ahlaktan ne de “dindar” kapital Kur’ânî, nebevî ahlaktan nasiplenebilmiştir.

Bu anlamda kriz, salt “A” yahut “B” iktidarının değil, topyekûn kapitalizmin krizidir ki, söz konusu tespitin müşahhas yankılarını dünyanın farklı coğrafyalarında müşahede ediyoruz.

Çağ değişiyor. Çağ ile birlikte “zamanın ruhu” da değişiyor. Örneğin geçtiğimiz yüzyılın başlarında “sosyalizm” birçok insana oldukça uzak bir seçenek gibi duruyordu. Gelin görün ki, 20'nci yüzyılın ilk yarısı geride bırakılırken dünyanın neredeyse yarısı sosyalist ülkelerden müteşekkildi.

Keza “ulusal kurtuluş” ve “sınıflar arası sentez” odaklı milliyetçi hareketleri başlarda birçok çevre “kullanılabilir piyon” şeklinde telakki ederken, milliyetçilik koca bir yüzyıla dünya çapında damgasını vurmuştur. 

Bugün de benzer sancıları yaşıyoruz. Çağ ilerlerken, zamanın ruhu da ilerliyor. Eski paradigmalar çözülüyor ve ne kadarlığına olduğu bilinmese de en azından şimdilik tarihin tozlu raflarına kaldırılıyor.

Değişimler kolay olmaz. Hele ki devrimler hiç kolay değildir. Cesaret ve kararlılığın ötesinde, devrimler şuur süzgecinden geçmiş radikal tedbirler ister.

Türkiye’de de halkın yolunu gözlediği millî ekonomik devrimin radikal ve en önemlisi yeni çözümlerden geçmesini beklemek pek tabiidir.


Kapitalizm kritiği ve radikal tekliflerden korkmamak

Tarih göstermiştir ki kapitalizmin alternatifi kolektivizm değildir, olmamıştır. Mesele bir sınıf egemenliğini bir diğer sınıf egemenliğiyle (ki o da tartışılır, “politbüro”lardakilerin kaçı proleter idi?) ikame etmek çözüm değil, çözümsüzlük tetiklemiştir.

Yapısal sorun, esasında büyük sermaye ve finans-kapital kaynaklıdır. O hâlde örneğin, küçük ölçekli işletmelerde mülkiyet hakkını korumakla birlikte, orta ve büyük ölçekli üretim araçlarında mülkiyet kısıtlanabilir mi?

Mülkiyet hakkı kaldırılmasa da, bölüştürülebilir mi?

Örneğin orta ve büyük işletmelerde işletmeci-işçi-devlet ortaklığı öngörülebilir mi?

Söz konusu üçlünün üretilen kâra farklı yüzdeler aracılığıyla ortak olması düşünülebilir mi?

Sanayide ve dahi tarımda böylesi âdilâne bir model kurgulanabilir mi?

Eşzamanlı olarak işletmeciye teşebbüs hakkı, işçiye birikim ve terfi hakkı, devlete de stratejik yönlendirme ve hakemlik rolü verilemez mi? 


Devlet Planlama Teşkilatı yeniden diriltilemez mi?

“Planlayıcı akıl” denildiğinde hortlak görmüşe dönen liberallerin dillerine pelesenk ettikleri “piyasanın görünmez eli” son küresel krizler esnasında avucunu açıp devletten para dilenirken esas kendileri ortalıklarda “görünmüyorlardı”.

Sanayi, tarım ve sağlık sektörlerindeki üretim topyekûn bir “millî savunma konsepti”dir. Buralarda her biri farklı menfaatlere sahip olan yukarıdaki üçlü bir “çalışma arkadaşlığı” şablonuyla birlikte hareket edemez mi?

Sanayide, Türkiye’de üretebileceklerimizi dışarıdan ithal etmemiz, bu ülkenin insanını yüzüstü bırakmakla eşanlamlıdır. 

Dünyada gıda ihtiyacı hiç bitmeyecek ve bizim tarımda olağanüstü bir birikimimiz var.

Nitekim yıllar boyunca merhum Alparslan Türkeş “Tarım-Kentler” projesiyle, merhum Bülent Ecevit de “Köy-Kentler” projesiyle ve merhum Necmettin Erbakan “Pancar Motor” inisiyatifiyle boşuna öne çıkmadılar. 

Bu insanların bir bildikleri vardı, öyle değil mi? 

Dünyada “organik tarım” eğilimleri artarken, “gıda güvenliği” bahsi önem kazanırken, tarım ve tarıma bağlı sanayi neden ihya edilmez?

En basit aşıların dahi tartışmaya açıldığı bugünlerde, ilaç sanayii niçin ihmal edilir ve kamu yararı niçin görmezden gelinir?

Borsa simsarlarının, emlak spekülatörlerinin, tefecilerin, vergi kaçakçılarının, kara para aklama profesyonellerinin, manipülatör bankerlerin, üretime meyletmeyen yabancı sermayenin, velhasıl bu ülkenin hakkına hukukuna açıktan kast edenlerin faaliyetlerine niçin anayasal bir set çekilmez?

İktisatçıların, STK’ların ve siyasetçilerin tartışmaları gerekir.


Uykudaki “millî ruh kudreti”

Sorular çok ve bütün sorular bir makale bünyesinde sıralanamaz. Ancak doğru sorular sorulmadıkça doğru çözümler de getirilemeyecektir.

Türkiye’de ekonomik kalkınmanın sıcak parayla, betonla, borcu borçla kapatmakla, AVM’lerle, gökdelenlerle, finans merkezleriyle veya kanallarla olmayacağı açıktır.

Ekonomik kalkınma devletin planlayıcı aklının, müteşebbisin yaratıcılığının ve emekçinin alın terinin harmanlanmasıyla – yani millî ekonomik devrimle mümkündür. 

Gerçek “devlet projesi”, millî ekonomik devrimin bizatihi kendisidir!

Mevcut iktidar, görevinin farkına varır, bu dönüşümü gerçekleştirmeye yönelik adım atarsa ne âlâ – herkes selam durur, teşekkür eder. Ancak görünen o ki, bu şimdilik çok cılız bir ihtimaldir.

Kapitalist şımarıklık ile kolektivist tahakküm arasında en doğru dengeyi tutturacak, sosyal adaletsizliği barışçıl bir şekilde, ama iradeyle çözebilecek, geçmişin birikimlerinden eklektik bir tarzda ilham alacak ve fakat yeniyi de isteyecek bir ruh kudretine ihtiyaç vardır.

Klasik-sosyal milliyetçiliğin eko-politiğinden, 1950’lerden 1990’lara değin İslamcılık mektebinin ördüğü ekonomik çözüm (sistem) arayışlarından ve dahi sosyalizmin insancıl sürümünün ekonomik izdüşümlerinden bir bütün halinde faydalanmak, özelliklerini bir potada harmanlamak bugün itibariyle bir ütopya değil, aksine zarurettir.

Peki, bu Türkiye’de mümkün müdür?

Bunun için her cepheden tüttürülen “particilik” ihtiraslarının kesilmesi lazım. “Partizan” değil, “ortak” akıl lazım.

İdeolojik dogma üzerinden çekişme değil, pratik eylemlilik üzerinden mutabakat lazım. Çelişkiler karşısında teslim olmamak, buradan bir diyalektik geliştirebilmek lazım.

Her şeyin ötesinde gayrı-millîliğin ve gayrı-insaniliğin doruk noktası niteliğindeki liberal yozlaşmayı bütün boyutlarıyla kesinkes reddetmek lazım.

Kısacası, uykudaki “millî ruh kudreti”ni hepimizi kuşatan Türkiye gerçekliğinin hakikî bekası için uyandırmak lazım.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.   

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU