Ahmet Ümit Independent Türkçe’ye konuştu: Cumhuriyet kuruldu ama kul kültürü yıkılmadı

Ülkenin ve dünyanın politik ahvali, iktidar, muhalefet ve göçmen sorunları başta olmak üzere birçok konuyu değerlendiren yazar Ümit, 96 yıl önce kurulan Cumhuriyetin zihinlerde oturmadığını ve kul kültürünün devam ettiğini söyledi

Fotoğraf: H. Hüseyin Yakar - Independent  Türkçe

Ahmet Ümit, Türkiye’nin kitapları en çok satan yazarlarından biri.

1996'te yazdığı ilk romanı “Sis ve Gece”den bugüne yirminin üzerinde kitap yazdı.

Eserleri, yirminin üzerinde yabancı dile çevrildi.

Sadece çok satmayan aynı zamanda çok okunan ve her yeni kitabı gündeme oturan bir yazar.

Ümit, fildişi kulelerde yaşamayan, sokakta görebileceğimiz bir yazar.

İlhamını tarihten aldığı kadar sokaktan ve insanlardan da alıyor.

Tarih, mitoloji, politika ve gizemi, polisiye türünde buluşturan eserleri, çok sadık bir okur kitlesine sahip. 

Ümit’le yakın zamanda yayımlanan “Aşkımız Eski Bir Roman” novellası ve senaryosunu yazdığı “Merhaba Güzel Vatanım” filmi vesilesiyle Independent Türkçe için buluştuk. 

Siyasete dair konuşmaktan hiçbir zaman çekinmeyen Ümit ile ülkenin ve dünyanın politik ahvalini, iktidarın ve muhalefetin sorunlarını, göçmen sorununu, globalleşmeyi, Nazım Hikmet’i ve sinemayla ilişkisini konuştuk. 
 

Ahmet Ümit2.JPG
Ahmet Ümit, Independent Türkçe için Sinan Yusufoğlu'nun sorularını yanıtladı


- Bu aralar nasıl hissediyorsunuz?

Hem Türkiye hem de dünya epey kötü bir süreçten geçiyor bence. Sadece Türkiye ile sınırlı değil bu. Tarihte böyle karanlık dönemler var.

Karanlık derken şunu kastediyorum. Bütün dünyada totaliter liderler iş başına geçiyor.

Kaybeden, çalışan ya da işini kaybetmiş sınıflar, çaresizlik içerisinde Trump gibi, Putin gibi insanları seçiyorlar.

Bir yandan da Avrupa’da İslamofobi ve yabancı düşmanlığı yükseliyor. Yani kötü bir dönem. 

- Dünyada da sağcılığın yükseldiği bir dönemi yaşıyoruz.

Irkçı ve sağcı partilerin Avrupa’da yükselmesi maalesef kötü sonuçlar doğurabilir. Küresel bir çatışmaya doğru gidebilir. Son NATO toplantısındaki üsluplar da berbattı.

Ortadoğu’daki savaş bütün yoğunluğuyla sürüyor. Bunun büyük yansımalarını da Türkiye’de görüyoruz. Suriyeli göçmen sorunu yoğun bir biçimde sürüyor.

Bir taraftan da bölgemizde casus savaşları var. İran, Suudi Arabistan, Katar, Amerika, Rusya… Pek parlak bir dönem değil anlayacağın.

- Türkiye’de de ekonomik ve siyasi kriz büyüyor. Toplumda ciddi bir mutsuzluk var. Bu gidişata dair ne dersiniz?

Tarihsel olarak bakmak lazım sürece. Geçen yüzyılın başında bir karar verdi imparatorluk, yıkıldı. İmparatorluğu ne İttihat Terakki ne de Kemalist kadrolar yıktı.

İmparatorluk yıkılınca yerine Cumhuriyet kuruldu. Fakat toplum Cumhuriyet’e hazır değildi.

Ülkedeki insanlar ve sosyo ekonomik yapı buna uygun değildi. Fransa ve Almanya’da olduğu gibi bir burjuva sınıfımız yoktu.

Cumhuriyet kuruldu, ama demokratikleşmesi gerçekleşemedi. Cumhuriyet, zihinlerde oturmadı.

Kadın haklarının Avrupa’dan önce verildiği bir ülkeyiz, ama aynı zamanda kadın cinayetlerinin de dünyada en çok yaşandığı ülkeyiz.

Buradaki mesele halkın yeni rejime sahip çıkmasıydı. Bir ölçüde sahip çıkıldı, ama içselleştirilmedi. 

- Hala tam oturmamış bir demokrasimiz var.

AKP dönemi Cumhuriyet’e karşı muhalif olanların önerdiği bir proje olarak başladı.

Başlarda bütün toplumu birleştirebilecek, ılımlı, Müslüman demokrat olarak çıkan hareket, 17 yılın sonunda totaliter bir yapıya dönüştü.

Ekonomi korkunç bir hale geldi. Ülkedeki birlik ve bütünlük bölündü. Ciddi bir kutuplaşma var. Bu aynı zamanda AKP’nin siyasi olarak bitiş dönemi.

17 yıllık bir sürecin sonunda parlak bir şey yok. Başarı yok. Yıkım var. Dolayısıyla yeni bir şey başlayacak. Eski AKP’liler yeni partiler kurmaya başladılar.

Daha da önemlisi İstanbul, Ankara gibi büyükşehir belediyeleri kaybetti AKP. Bu da değişimin habercisi.

- Bundan sonra ne olacak sizce?

Burada asıl mesele şu. Türkiye’nin esas sorunlarını çözebilmesinin en önemli adımı bence demokratikleşmesi. Bence ekonomiden daha önemli bir adım bu.

Şu anda hükümete kaybettiren şey ekonomi. Halk kitleleri sofrasında “çorba kaynıyor mu kaynamıyor mu” ona bakıyor. Ama demokrasi olmadan da buraya para gelmiyor.

Yabancı yatırımcı gelmiyor. Bizim iç kaynaklarımız tükendi. Sanayimiz maalesef gelişmiş değil. Dış sermayenin gelmediği bir ülkede de işler tersine gidiyor.

Bu yüzden de demokrasi birinci mesele. Bu da ittifakla olabilecek bir şey. Artık tek başına hiçbir partinin iş başına gelebileceğine inanmıyorum. 

- Yeni ittifaklar olur mu?

İktidarın 17 yıllık uygulamasından memnun olmayan kesimin oylarıyla kurulacak bir ortak restorasyon hükümeti diyebileceğimiz bir yapı kurulması lazım.

Çünkü gerçekten ülke olarak berbat durumdayız. Ekonomi çökmüş vaziyette. Ekonominin kalkınma ihtimali zor görünüyor.

Ben ülkenin her yerini dolaşıyorum. Gittiğim her yerde insanlar kan ağlıyor. Gözümle görüyorum. İnsanlar Türkiye tarihinde ilk defa iş bulamadığı için intihar etmeye başladı.

Daha önce kasa atarlardı. Bu sefer ailece intihar ediyorlar. Çaresizlik buraya varmış durumda. Tek çıkış yolu bu.

Burada da önemli mesele Kürt meseledir. Kürt meselesi hala Türkiye’deki bütün demokrasi meselesinin Gordion Düğümü’dür. İttifakları çok etkiliyor.

Kürt meselesi olmasa HDP, İYİ Parti ve CHP açık ittifak yapabilirdi. Bence asıl mesele bu. Türkiye’de Kürt meselesi çözülürse demokrasi meselesi de çözülür.
 

Ahmet Ümit4.JPG
Fotoğraf: H.Hüseyin Yakar - Independent Türkçe


- Bir taraftan da siyasi ve ekonomik büyük bir yozlaşmadan söz ediliyor. 

Türkiye’de çok sık görülen bir şey. İttihat ve Terakki zamanında da bu böyleydi. Ben bunu ülkemizin ‘kul kültürü’yle açıklıyorum.

Türkiye coğrafyasında yaşayan halkların geçmişine ve tarihine baktığımız zaman şunu görüyoruz. Çok güçlü krallar, imparatorlar, padişahlar görüyoruz.

Hititler’de de bu böyle. Kral Hattuşi, o kadar güçlü ki öldükten sonra kendisinin tanrı olacağına inanıyor. Sözleri, tanrının sözüyle bir.

Roma imparatorları da öyle. Hıristiyanlık döneminde de adeta aziz gibiydiler. Bütün yetkiyi İsa’dan aldıklarını düşünüyorlardı.

Selçuklu’da padişah, ‘zillullah' Allah’ın yeryüzündeki gölgesiydi. Osmanlı’da da bu devam etti.

Dolayısıyla iktidarın söylediği söz kutsaldı, öteki insanlar da kuldu. Padişahın sözüne karşı çıkmak dine ve kutsala karşı çıkmak gibi algılanıyordu.

- Cumhuriyet de kendi kutsallarını yarattı mı?

İttihat Terakki’yle başlayan ve sonra Atatürk’le devam eden dönemde ise burjuva bir cumhuriyet kurma düşüncesi vardı.

Aslında kul kültürünü yıkıp yerine yurttaş kültürü oluşturmak isteniyordu. Fransa’da devrimlerle, Almanya’da reformlarla yapıldığı gibi… Cumhuriyet kuruldu, ama kul kültürü yıkılmadı.

Atatürk bizzat “Artık padişah yoktur, biz bir cumhuriyet kurduk, artık parlamento vardır, ben de onun reisi cumhuruyum” demesine rağmen halk yeni bir padişahımız var diye algıladı.

Muhalefet olmadığı ve tek parti olduğu için de bu kul kültürü devam etti. Türkiye tarihinin tamamına baktığımız zaman da bunu görüyoruz.

Halk boyun eğdiği için, yönetime katılmadığı için, itiraz etmediği için yönetimler denetimsiz bir şekilde politikalarını uygulamaya başladılar.

Kendi ideolojilerini, ekonomi politikalarını dayattılar. Bu denetimsizlik de yozlaşmayı getirdi. 


“İnsanlar seslerini çıkarmaya ve ‘hayır’ demeye başladılar”


- Bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün yaşanan yozlaşma ise bence çok doruklarda bir yozlaşma, çünkü ikili yozlaşma var. Kır çözüldü, insanlar şehre geldi, kendi kültürlerini kaybettiler.

Yani artık köylü kültürü yok; ama kentli kültürü de yok. Bir tür lümpen kültürü var şu anda.

Referansları İslami olan bir siyasi parti var, ama uygulamalara baktığın zaman yolsuzluk içinde yüzüyor. Bu İslam’ın retoriğiyle uyuşmayacak bir yaklaşım.

İslamiyet’te şatafat, lüks çok hoş görülen şeyler değildir. Alçak gönüllülük ve gösterişten uzak durmak öne çıkar.

Ama bugün siyasi iktidara ve çevresine baktığımız zaman inanılmaz bir şatafat ve lüks düşkünlüğü görüyoruz. Söylediği ile yaşadığı birbiriyle çelişiyor.

Toplumda da tepeden aşağı bir yozlaşma söz konusu. Çünkü basın yok.

Basın olmayınca da gerçekleri söyleyen bir gücün yok olduğunu görüyoruz. Basına güven kalmadı ve gazeteler de okunmuyor artık.
 

Ahmet Ümit6.JPG
Fotoğraf: Independent Türkçe​​​​​​​


- Türkiye’de iktidar kadar muhalefet de çok eleştiriliyor. Gerçek muhalefetin olmadığı söylenir her zaman. Son döneme baktığımızda Ekrem İmamoğlu farklı bir heyecan yarattı. Şimdi Ali Babacan’ın ismi de zikrediliyor. Türkiye’de muhalefet meselesine dair ne dersiniz?

Tarihte hep böyle oluyor. Kitleler mutsuzluğa kapılıyor. En son İstanbul seçimlerinde de bunu gördük. “Hiç bir şey değişmez" duygusu vardı. Ama dipten gelen bir dalga da var.

Eğer bir rüzgar ve güçlü bir akıntı varsa, bu rüzgar kendi liderini de yaratır. Hep böyle olmuştur.

Yani tarihte değişimler şöyle olmuyor. Bir lider çıkıyor, ondan sonra yavaş yavaş herkes peşinden gidiyor.

O lider orada duruyor yıllarca, ama kimse dönüp o lidere bakmıyor yıllarca. Ama birden bire olaylar öyle gelişiyor ki o lider hareketin öncüsü olmaya başlıyor.

Tarihte ister olumlu ister olumsuz ilerlemeler de hep böyle olmuştur. Atatürk gelinceye kadar, İttihat Terakki’de müthiş kadrolar vardı. Atatürk’ün yıldızı bir türlü parlamıyordu.

Atatürk, 13 yıl arka planda kalmıştır. Ama sonra tarihsel süreç öyle bir değişti ki, Atatürk zamanın geldiğini görerek, kendi inisiyatifini kullanarak, tarihi koşulları iyi analiz ederek ülkenin lideri durumuna geçti.

Baştan Enver, Cemal, Talat varken 'Mustafa Kemal iyi bir lider olacak' deselerdi hiç kimse buna ihtimal vermezdi.

Şunu demek istiyorum: Hayatın kendisi, toplumsal hareketler, dipten gelen dalga kendi liderlerini yaratır. Bundan hiç çekinmemek lazım.

Ama tabii şu önemli; gerçekten aynı görüşte olan siyasi partilerin birliği olursa, bu demokratik dönüşümü çok iyi hızlandırır.

Ben Türkiye’nin geleceği açısından çok umutsuz değilim açıkçası. Çünkü 17 yıl boyunca biz zaten bunu yaşadık. Yani bundan sonraki asıl mesele muhalefetin kendini toparlaması.

Bence muhalefette de kendini toparlama eğilimi görülüyor. Bir kere korku kırılmış durumda. İnsanlar seslerini çıkarmaya ve "hayır" demeye başladılar.

Bütün bunlar belki de AKP’nin içerisinde kendi siyasetinde tekrar yumuşama ve demokratikleşme eğilimlerini de doğurabilir. Ne kadar samimi olur bilmiyorum.

Bunları kestirmek çok zor. Çünkü Erdoğan pragmatik bir lider. Ama insanlar buna ne kadar inanır gibi bir soru da var. Bunu bilmiyorum. 

- Sinema ve edebiyata gelmek istiyorum. Nazım Hikmet’le yolunuzun kesiştiği “Merhaba Güzel Vatanım” filminin senaryosunu yazdınız. Film geçtiğimiz ay vizyona girdi. Filmin hikayesi nasıl ortaya çıktı?

Filmin yönetmeni olan Cengiz Özkarabekir’le birlikte televizyona “Yaşadığımız Şehir” isminde bir program yapıyorduk yıllar önce.

Cengiz benim hayatımı da iyi bilir. Okurlarımın çoğu benim hayatımı bilmiyor. Sadece 1990’dan sonraki hayatımı biliyor. O da yazdıklarımla ilgili.

Ondan önceki hayatım çok fırtınalıydı. 1974 yılında 14 yaşındayken başladı ve gençliğimin en çok şekillendiği 1990’a kadar sürdü bu.

Profesyonel devrimci olarak olayların en ön saflarında yer aldım. Bir eyleme katılmaktan söz etmiyorum. Hayatını buna adamaktan söz ediyorum.

Gaziantep’te olsun, İstanbul’da olsun, tümüyle bir örgüt için yaşıyorduk. Okula gidiyorduk ama bunun bir önemi yoktu. Yaralandım, vuruldum, polisten öldüresiye dayak yedim,

"Antep’te okuyamaz" diye sürgün edildim. 12 Eylül’de diktatörlüğe karşı direndik, sahte pasaportla Moskova’ya gittim.

Bütün bu süreci, yani Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına kadar ki süreci yaşadım ve sonra yazar olmaya karar verdim.

Cengiz bu sürecin hepsini biliyordu ve çok fırtınalı bir hayattı gerçekten. “Abi senin hayatını bir belgesel yapalım” dedi. 
 


- Sizin tepkiniz ne oldu?

Ben de "belgeseli yaparız" dedim, ama bence daha ilginç bir şey var burada. Türkiye’deki devrimciler, Sovyetler döneminde yıllarca Moskova’ya gittiler ve orada Marksizm eğitimi aldılar.

Sadece eğitim almadılar, oradan etkilendiler. Önemli sanatçılar da vardı. Bunların başında Nazım Hikmet gelir. Ben de onu örnek alan biriyim. Moskova’ya gitmek bu yüzden cazip gelmişti bana.

Cengiz’e dedim ki böyle bir şey yapalım. Beni hem insan hem de bir yazar olarak etkileyen bir rol modelin, büyük bir şairin yolundan gidelim ve iki karakteri bu filmde bir araya getirelim. Fikir böyle çıktı. 

- Nazım Hikmet sizin için ne ifade ediyor? 

Yevtuşenko diye Rus bir şair var. Nazım Hikmet’in de arkadaşı. Nazım hakkında çıkan “Romantik Komünist” kitabının önsözünü yazmıştı.

Onun hakkında şöyle diyor; “Oyun berbattı, ama aktör muhteşemdi.”

Oyun dediği Sovyet tipi sosyalizmdi. Ama buna inanmış, bununla romantik bir bağ kurmuş, yeryüzünün daha güzel bir yer olması için hem sanatçı hem de politik bir eylem adamı olarak savaşan, dövüşen bir adam var: Nazım Hikmet.

Ben de ona baktığımda kendimi buldum. 1985 yılında Sovyetler’e gittiğimde gördüğüm şey benim kafamdaki şey değildi. 

- Neyle karşılaştınız orada?

Nazım’ın 1951’den sonra gittiğinde neler hissettiğini çok iyi anladım. İlk gittiğinde öyle değil tabii, çünkü sosyalizm kuruluyor, henüz devrimci aşama devam ediyor. Fakat daha sonra ortaya çıkan yapı hantal, tek sesli ve otoriter bir yapı.

2. Dünya Savaşı’na kadar olan dönem inanılmaz bir devrimci heyecan, müthiş bir kavga, büyük idealleri gerçekleştirmek için milyonlarca insanın fedakarlığı.

Kızıl Ordu, gerçekten faşizmin yenilmesinde büyük bir rol oynadı, ama ondan sonraki tablo korkunç ve bunu hazırlayan nedenler var tabii.

Stalin dönemindeki tek seslilik, Troçki’nin tasfiye edilmesi bunu hazırladı. Bu önemliydi benim yazarlığa başlamam açısından da.

Nazım bu açıdan örnek bir insandı. 1951 yılında gittiğinde bunları gördü ve yazdı. “İvan İvanoviç Yaşamış Mıydı?” isimli bir oyun yazdı ve Stalin’i eleştirdi.

Çok çok büyük cesaret ister bunu yapmak. Hele muhaliflerin başına gelenleri görünce… O yüzden Nazım gerçekten büyük ve cesur bir adamdı.
 

Ahmet Ümit1.JPG
Fotoğraf: Independent Türkçe


- Türkiye’nin kitapları çok satan yazarlarından birisiniz. Ama hayatınız çok değişmedi. Halktan ve sokaktan uzaklaşmadınız. Bunun sırrı nedir?

Bunun sırrı bence biraz devrimcilikle ilgili. Ben 14 yaşından beri insanların arasındayım. Her zaman işçilerin ve köylülerin arasındaydım.

Gençken onları örgütlemeye çalışırdık. O insanları iyi tanıyorum, çok vakit geçirdim. Bir noktada o kadar insan kaybettim ki kendimce bir takım değerler geliştirmeye başladım.

O da şu, bugün yaşıyorsan bu bir şans. Değerlerinden ödün vermeden yaşıyorsan bu ikinci şans. Sevdiğin işi yapıyorsan ve bu sana iyi bir yaşam sağlıyorsa bu kıymetli bir şey.
 

Kahire.jpg
Ahmet Ümit, Kahire'de Mısırlı okurları ile birlikte / Fotoğraf: Independent Türkçe


Fildişi kulelere sığınarak, bir odaya kapanarak yaşayamam ve yazamam ben. Gezmeyi çok seviyorum. Dünyanın her yerine gidiyorum. Sonuçta buraya dönüyorum, çünkü kaynağım burası.

Yurt dışına giden insanları asla kınamıyorum, ama buradan ayrılırsam nasıl yazarım gerçekten düşündürücü bu benim için. Beni besleyen ana kaynaklar hepsi burada. 


"Yemek olunca, ırkçılık olmuyor; kimse 'Bu Ermeni mezesi', 'Rum kebabı', 'Arap köftesi' demiyor"


- Sizi besleyen mekanlara önem veriyorsunuz. Doğduğunuz şehir, Gaziantep de bunlardan biri değil mi?

Türkiye inanılmaz bir ülke aslında. Bizim coğrafyamız çok özel, yeryüzünde böyle bir ülke yok bence. Tarih açısından böyle bir ülke yok.

İngiltere’ye baktığınız zaman farklı kavimler gelmiş olabilir, ama burada bütün ulusların temeli var.

Buraya baktığın zaman Hititler var mesela. Yeryüzünün ilk imparatorluğu. Kadeş savaşını yapan insanlar. Antik Yunan var. Doğu Roma var. Yani öyle bir şey ki, toprak inanılmaz zengin.

Şimdi Antep diyoruz, benim doğduğum şehir. Şimdi herkes Antep yemekleri deyince duruyor. Sadece kebaptan bahsetmiyorum, kazan yemekleri de öyle.

Niye böyle? Çünkü bu çok kültürlülük vardı Antep’te. Hitit var, Antik Yunan var, Roma var, Selçuklu var, Osmanlı var.

Pek çok halk birlikte yaşamış. Araplar, Kürtler, Ermeniler, Türkler, Rumlar, Yahudiler. Bu insanlar kendi kültürlerini getirmişler.
 

ahmet_ümit.jpg
Fotoğraf: Independent Türkçe


Yemek olunca kimse karşı çıkmıyor. Irkçılık yapmıyor. "Bu Ermeni mezesi", "Rum kebabı", "Arap köftesi" demiyor. Herkes yiyor, ırkçılık olmuyor.

Aslında kültür böyle bir şey. Biraz kafaları aydınlansa, akıllansa insanlar aslında anlayacaklar.

Demek ki çok kültürlülük olunca yemekler nasıl güzel oluyorsa, insanlık da öyle güzel olacak.

Daha çok lezzet alacağız bir arada yaşadıkça. Daha çok lezzet alacağız. Antep’i yaratan şey bu. 

 - Sizin çocukluğunuzun Antep’i nasıldı?

Benim Antep’im, 1978 yılına kadar yaşadığım Antep’ti. Gerçek bir şehir kültürü vardı. Nasıl İstanbullu olmanın, Bursalı olmanın kuralları varsa; Antepli olmak da öyleydi.

Maalesef Antep çok göç aldı. Bu göçlerden sonra Antep bir şehirden çok kasabaya dönüştü. Pek çok insanın yaşadığı, ama ortak kültürün olmadığı bir yere dönüştü.

Ama eskiden Antep deyince, çalışkan, cesur, yardımsever insanlar akla gelirdi. Ben böyle bir yerde büyüdüm.

İnsanlara yakın olarak, kalabalık bir ailede büyüdüm. Yedi çocuklu bir ailenin en küçüğüydüm.
 

auR9.jpg
Ahmet Ümit ve ailesi / Fotoğraf: Independent Türkçe


Marquez’in de söylediği gibi nineler vardı, ninelerin anlattığı hikayeler vardı. O zaman sen romancı oluyorsun zaten. Ninenin anlattığı hikayeyi sen annenden alıyorsun.

Büyük dede savaşa gidiyor, gelmiyor. Deden Yemen’e gidiyor, savaştan kaçıyor, yolda Araplarla karşılaşıyor, bir sürü hikayeler dinliyorsun.

Çölü, ormanı, dağı gözünde canlandırmaya başlıyorsun. Marquez’in söylediği çok önemli. Bir ailede yaşlıların olması ve onların hikaye anlatması çok önemli.

Annem de bir anlatıcıydı. Terziydi ve sürekli hikaye anlatırdı çalışırken. Oradan gelen bir yazarlık damarından söz edebiliriz.

- Herkes birbirine çok benziyor artık. Globalleşme, dünyayı küçük bir köye dönüştürdü. Yerel kültürler ve diller yok oluyor. Bunun sonucunu nasıl görüyorsunuz?

Bu iyi bir yere gitmez. O yüzden yerel kültürleri korumamız, güçlendirmemiz gerekiyor. Bu çok önemli bir şey. Tabii insanlara hoş gelen, hayatı kolaylaştıran bir yanı var globalliğin.

Hepimiz neden sadece İngilizce konuşalım? Hepimiz neden tek tarz müzik dinleyelim? Niye aynı hikayeyi anlatalım ve aynı şekilde giyinelim? Renkliliğe ihtiyacımız var.

Çok farklı lezzetler, renkler, kültürler zenginliktir. Zenginlik sadece para değildir. Paranın çok olması değildir.

Aynı zamanda niteliksel olarak doğanın canlanmasından bahsediyorum. O yüzden tek seslilik ölümdür aslında.

Yine Türkiye’ye dönersek, tek sesli olan her şey ölür. Sanatta da, politikada da ölür. Biri çıkıp da doğruyu ben temsil ediyorum, herkes buna uyacak dediğin an ölüm başlamıştır.

Sanatta da böyledir. Stalin döneminde sanatın zayıflamasının nedeni de budur. Toplumu, insanı, sanatı geliştiren şey özgürlüktür. 

- Dünya edebiyatından kimleri okuyorsunuz?

John Le Carre, hem duruşu hem de kalemiyle benim için çok özel bir yazar. Umberto Eco’yu da çok seviyorum. Çünkü hem tarih, hem felsefe hem de gizem var.

Amin Maalouf yine bu coğrafyadan olması itibariyle çok ilgimi çeken yazarlardan biri. Yeni polisiye çok okumuyorum.

Ben de polisiye yazarıyım, ama alışıldık anlamda bir polisiye değil. Cinayetten yola çıkarak insanı anlatmayı tercih ediyorum.

Bu yöntemi daha önce Shakespeare Hamlet’te, Macbeth’te kullandı. Dostoyevski Suç ve Ceza’da, Karamazov Kardeşler’de kullandı.

Ben bunun polisiye yönüne daha ağırlık vererek yapmaya çalışıyorum. Öteki türlü cinayeti kim işledi, katil kim tarzı entrikalar bana fazla basit geliyor. Defalarca anlatılmış hikayeler.

Sorun şu, bütün bunları anlatarak insanı insanla yüzleştirmek istiyorum. Konuşuyoruz ya, şu anda bence dünya karanlık bir yere gidiyor ya, insan bunalımda aslında.

Neden bunalımda? Ben insanı anlatmalıyım. İnsanı anlatmanın en iyi yolu da bence suçu anlatmak. Suçu anlattığın zaman o ülkedeki her şey ortaya çıkıyor.

15 Temmuz’u şu an yazamıyorum, çünkü elimizde yeterince done yok. Ama 15 Temmuz’u yazdığımız zaman Türkiye’nin hikayesi ortaya çıkacak.

- Eserlerinizde çok sinematografik bir anlatım dikkat çekiyor. Bir yazar olarak sinemadan ne kadar besleniyorsunuz?

Çok besleniyorum. Edebiyattan sonra beni en çok etkileyen şey sinema diyebilirim. Çünkü ben yazarken bir film izliyormuşum duygusuna kapılıyorum.

O yüzden de benim kitaplarımı okuyanlar da bir film izliyormuş duygusuna kapılıyorlar. Çünkü görerek yazıyorum ben.

Bu benim tarzım. Her yazarın böyle olmasına gerek yok. Tamamen bilinç akışı tekniğiyle yazan çok büyük yazarlar var, ama benim tarzım bu.

Bunu görüyorum ve görmekte hoşuma gidiyor. O yüzden de sinemayla çok alakalıyım. Bir gün sokağa atacak kadar çok param olursa film çekmeyi de düşünebilirim.

- Çok sevdiğiniz yönetmenler kimler?

Martin Scorsese’yi çok severim. Mafya filmleri bir yana “Günaha Son Çağrı” filmi beni çok etkilemiştir.

Çünkü insanın varoluşunu bir peygamber üzerinden anlatmak, bir kahramanı bir peygamber üzerinden anlatmak çok önemli.

Türkiye gibi ülkeler için çok önemli. Çünkü kahramanlarınız var. Deniz Gezmiş var, Che Guevara var, Mahir Çayan var.

Elbette bir edebiyat eseri olduğu için, Kazancakis’ten uyarlandığı için de çok etkili.

David Fincher’ı da çok severim. Özellikle Yedi ve Dövüş Kulübü çok iyidir.

- David Fincher demişken, özellikle son dönemde Netflix gibi dijital platformlar çok iyi diziler üretiyor. Mindhunter da bunlardan biri. Seri katilliğin kökenlerine inen psikanalitik bir dizi. Mindhunter’ı nasıl buldunuz?

Dizi çok kıymetli ve güzeldi ama bir süre sonra anlatımda bir tek düzelik ortaya çıkıyor. Heyecan ögesi ortadan kalkıyor. Bir yerden sonra benim için anlamını yitirdi.

Onun yerine Ted Bundy ile ilgili yapılan bir belgesel vardı, onu daha heyecan verici buldum. Ama belli ki David Fincher de bunun üzerine yoğunlaşan bir yönetmen.

Suç ve suçlunun psikoloji üzerine yoğunlaşıyor. Bu bence doğru da bir yöntem.

Marqius de Sade ve Poe’ya baktığımız zaman da bunu görürüz. Biri daha estetik diğeri daha çıplak ve acımasız, ama suçu anlatan insanlar her zaman fark yaratmışlardır.

Çünkü şöyle büyük bir yalan var hepimizin inandığı; “insan iyidir” yalanı maalesef hala geçerli. Bu tür diziler, kitaplar bu yalanı ortadan kaldırıyor. Bence bu çok kıymetli.

Yeni bir insanlık kurulacaksa öncelikle bu yalanın reddedilmesi ve insanın iyi olduğu kadar kötü bir varlık olduğu hakikati üzerinden yeni bir uygarlık kurulabilir. 


“Beyoğlu küllerinden doğan bir yer”


- Birçok romanınızda İstanbul ve Beyoğlu önemli bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Suriye savaşından sonra İstanbul büyük bir göç aldı. İstanbul’un ve Beyoğlu’nun değişimine dair ne dersiniz?

Bir kere İstanbul’u bütün kozmopolit metropoller gibi düşünmek lazım. New York, Paris, Tokyo, Londra, Berlin gibi. Karmaşanın ve kaosun olduğu yerler.

Hala yoğun bir göç alıyor İstanbul. Buraya gelen milyonlarca insan, iyi yaşamak istiyor hepimiz gibi. İstanbul’u İstanbul yapan da bu.

Geçen yüzyılın başında çok daha renkli bir İstanbul ve Beyoğlu vardı. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler vardı. Maalesef bu insanların çoğu gitti.

Şu an ise bambaşka bir gerçeklik var. Suriye savaşından kaçanlar geldi. Araplar geldi. İranlılar geldi. Bombalar patlamıyor çok şükür. Yeni yeni Avrupa’dan gelen turistler var. Ama Beyoğlu küllerinden doğan bir yer. 
 

selanik2.jpg
Fotoğraf: Indepdent Türkçe


- Yabancı düşmanlığı da büyüyor böyle süreçlerde.

Evet, var. Özellikle Arap düşmanlığının arttığını görüyoruz. Bu çok tehlikeli bir şey. Çünkü Suriye’den buraya gelen insanlar savaştan kaçıp gelenler.

Bu insanların suçu değil bu. Eğer biri suçlanacaksa buna yol açan siyasileri suçlamak lazım.

Batılılar orada demokrasi getireceğiz diye bir takım grupları desteklediler, iç savaş oldu. İç savaşın sonunda da Esad kazandı. Üç milyona yakın Suriyeli Türkiye’ye sığındı. Çok büyük bir rakam bu.

O nedenle gelen insanlar ekonomiyi etkiledi. Buradaki insanlar dünyanın her yerinde olduğu gibi ırkçılık yaptı.

İnsanlar işini kaybettiğinde yabancıları suçluyor. Kolay olan bu. Faturası yoksul Suriyelilere kesiliyor. 

- Yeni kitabınız “Aşkımız Eski Bir Roman” da yakın dönemde yayımlandı. Edebiyat referansı bol bir kitap olmuş.

Üç hikayeden oluşan bir novella. Başkomiser Nevzat çok sevilen bir karakter olmuştu daha önce. Burada da onu sürdürdüm. Yayınevini de değiştirip Yapı Kredi’ye geçtim.

Bugüne kadar 26 kitabım yayınlanmış. O eskileri yayımlamak yerine yeni bir kitapla devam edelim dedik.

Aslında yeni bir roman üzerine çalışıyorum, Bergama Berlin isminde. Bu uzun bir roman ve çalışmaları devam ediyor. O arada yayınevi değişikliği olunca bu kitabı çıkaralım dedik.

Merkezinde tutku cinayetlerinin yer aldığı, Başkomiser Nevzat ve ekibinin çözdüğü üç tane gizemli olayın yer aldığı bir kitap yazdım. Benim sevdiğim edebi eserlere de çokça referans var. 
 

auT1.jpg
Fotoğraf: Independent Türkçe


- Bugüne kadar çok önemli eserler yazdınız. Geçmişe dönüp baktığınızda yazarlık size neler verdi?

Çok mutlu hissediyorum. Yazarlık bana her şeyi verdi. İnsanlar tarafından çok beğeniliyorum.

Eserlerim bir çok yabancı dile çevrildi. Yazarak hayatımı sürdürüyorum. Sevdiğim işi yapıyorum. Bence bu yeterli zaten.

Onun dışında başka bir hedefim olamaz. Bunu taçlandıracak bir ödül yok yani.

Nobel’deki kepazelikleri görüyorsunuz yani. Adamlar gidip ırkçı, soykırımı savunan bir adama nobel verdiler. Bu da çok fena bir şey.

O yüzden yazarın en büyük ödülü her eserinde kendini aşmış olması. Aşmak için çabalamasıdır.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU