Ortadoğu barışı; Suriye, Irak...

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Caritas

Cevaplandırılması gereken en önemli soruları ilk başta soralım; 'Ortadoğu'ya barış gelir mi, böyle bir şey olabilir mi, olursa nasıl olur?'

Evet! Çok zor bir soru. 

Yıllardır peşinden koştuğumuz, ancak bir türlü yakalayamadığımız, her 'yakaladık' dediğimizde ise bir şekilde elimizden kaçırdığımız bir 'sevgiliden' bahsediyoruz.

'Esiri aşkı olduğumuz efsunkar bir sevgili'

Uzun yıllar önce, bölgede 10-15 yılda bir açıp, kısa sürede kapanan barış havalarından birinin hepimizi umutlandırdığı günlerde bir grup arkadaşla Ankara'da bir otel lobisinde sohbet ediyorduk.

Bilmem kaçıncı kez başlayan 'açılımlardan' biri üzerine hararetli yorumlara koyulduk.

Bölgede barışın kalıcı olması halinde çok güzel şeylerin olacağını, demokratik bir Türkiye'nin domino etkisi yaratacağını; Türkü, Kürdü, Arabı, Süryanisi, Yezidisiyle... Suriye'den Yemen'e kadar büyük bir ekonomik, kültürel ve siyasi entegrasyonun sağlanacağını, Habur Sınır Kapısı'ndan günde altı bin tır ve kamyonun giriş çıkış yaptığını, başta Diyarbekir olmak üzere tüm bölgemizin şaha kalkacağını büyük bir coşkuyla anlatmaya başladım; anlattıkça daha da coştum.

Etrafımdakiler, beni büyük bir ilgiyle dinliyor, arada bir onlar da katkıda bulunarak söylediklerimi tasdik ediyorlardı.

Bir kişi hariç!

Heyecanla almış başımı gidiyorken, bir müddet sonra Mardinli, iş adamı bir arkadaşımızın somurtarak sustuğunu ve sohbete hiç katılmadığını fark ettim.

Birkaç saat sonra sohbet bitip, diğer arkadaşlar dağıldıktan sonra; susup duran arkadaşıma, 'Ne oldu, neye bozuldun, niye hiç konuşmadın?

Üstelik asık bir suratla kıvrandın durdun, oflayıp, pufladın, derdin ne?' diye sorunca; 

Arkadaşım şöyle dedi;

Altan Tan, ben seni akıllı bir adam zannediyordum, sende miskali zerre kadar akıl yokmuş. 

Kaç saattir, barıştan, huzurdan, kalkınmadan, zenginlikten, kardeşlikten, entegrasyondan, şundan bundan bahsediyorsun.

Yahu aklını başına al! Dört bin senedir bu bölgeye barış, huzur gelmemiş, bundan sonra mı gelecek? 

Ortadoğu'da, en uzun barış, kelebeğin ömrü kadardır.

Bir de sana 'Tarih, coğrafya bilir' diyorlar; bilmek ayrı, ders çıkarmak ayrı. Bilenimiz böyleyse vay bilmeyenlerimizin haline!

Akıllı ol, benim gibi yap!

Malın mülkün, çulun çaputun neyin varsa sat sav ve kaç; kalan bir kaç günlük ömrünü rahat geçirmeye bak.


Ne yazık ki dedikleri doğru çıktı.

Bu sohbetin üzerinden kaç bahar, kaç yaz geçti. 

Kaç 'açılım', bilmem kaçıncı kez kör pencereli demir kapıların arkasına kilitlendi, umutlar bir başka bahara ertelendi.

'Çok akıllı' arkadaşım dediğini yaptı, kaçtı kurtuldu! Ben hala aynı yolda yürümeye devam ediyorum.

Bizim gibiler için, bedeli ne olursa olsun bu yoldan başka bir yol yok.

Her halükarda yola devam!

Ortadoğu'nun mevcut siyasi haritası 1916'da İngiltere ve Fransa tarafından, Sykes-Picot Antlaşması ile şekillendirildi.

O günden bugüne 'Suriye'de erken kalkan subay darbe yapar' ironisi benzeri Ortadoğu'da; sağcı, solcu, ulusalcı, sosyalist, İslamcı onlarca darbe ve devrim yaşandı. 

Arap sosyalizminden, İslamcılığa; ulusalcılıktan, mandacılığa kadar bütün ideoloji ve siyasetler; yetersiz ve maceracı kadrolar tarafından denendi. 

Hangi yola dönüldüyse çare olmadı, bölge bir türlü gün yüzü görmedi.

Nasır'dan, Kaddafi'ye; Abdülkerim Kasım'dan, Yaser Arafat'a kadar heykelleri dikilen yığınla 'idol' silindi gitti. 

Her yeni 'umut', kısa bir müddet sonra büyük bir hayal kırıklığı ile bitti, umutsuzluk her yanı sardı.

Bugün de aynı çaresizlik devam ediyor ve yine ağzını açan herkes barıştan, kardeşlikten bahsediyor.

İsviçre'de, Washington'da, Soçi'de, İstanbul'da... çözüm toplantıları düzenleniyor.

Bilmem kaçıncı kez, bilmem hangi ülkeye 'yeni' anayasa hazırlanıyor. Bir müddet sonra keyfi uygulamalarla yazılanlar çöpe atılıyor. Tekrar başa dönülüyor.

'Ne olacak bu devr-i daimin sonu?' diye soracak olursanız; 

Bunca yıllık maceradan sonra benim, yaşananlardan çıkardığım iki önemli sonuç var.

Birincisi,

'Devletin dini adalettir' prensibi ile her türlü dini, mezhebi ve ideolojik yaklaşımlardan öte; her din, mezhep, fikir ve etnisiteye eşit bir şekilde yaklaşacak çoğulcu, şeffaf, denetlenebilir, hırsızlık ve yolsuzluklara kapalı, adil demokratik yönetimler kurulması gerekiyor.

Tüm Ortadoğu'yu sefalete düşürmüş hırsızlıklar önlenmeden; adalet olmadan söylenen hiçbir sözün, vaat edilen hiçbir siyasetin kıymeti harbiyesi yok.

Bugün yüz yıllık bir mücadele ve yüz binlerce insanın kanı pahasına kurulan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi günlük yüz binlerce varil petrol satmasına rağmen maaş ödeyemiyor. Mısır, Yemen, Irak... her biri ayrı bir felaket.

Suriye'de de, Irak'ta da, Yemen’de... de varılması gereken ilk hedef; dini, dili, mezhebi ne olursa olsun öncelikle adil ve şeffaf yönetimlerin kurulması olmalı. 

İdeolojik sloganlar hiçbir şey ifade etmiyor.

'Ne güzel anlatıyorsun, bu dediğin Şam'da kayısı!

Zaten istenilen ve aranılan şey de bu, sen ideal olanı bırak da, kördüğüm haline gelmiş mevcut durumda bu istediğin şey nasıl gerçekleştirilebilecek onu anlat!' diyorsanız, haklısınız.

Bir zamanlar Atıf Yılmaz’ın yönettiği ' ve başrolünü Türkan Şoray'ın oynadığı; 'Hayallerim, Aşkım ve Sen' adlı bir film vardı.

Kişinin hayalleri başka, gözlerini kör eden aşk sarhoşluğu başka, aşık olduğu kişinin gerçek yüzü başka!

Ortadoğu barışı da böyle bir şey. Hayallerle yaşamakta olduğumuz gerçeklik arasında uçurumlar var.

Keşke bu iş sadece adil ve şeffaf bir düzen istemekle olabilseydi!

Reel-politike, mevcut duruma bakıldığında, cevaplandırılması gereken esas soru şu;

Dünyanın bütün büyük istihbarat örgütlerinin cirit attığı, silahı her ele geçirenin tiranlaştığı, birbirine üstünlük sağlayamayan ancak yok da olmayan/edilemeyen; onlarca örgüt, parti, din, dil ve mezhebin iç içe yaşadığı bu coğrafyada kim, nasıl otorite kuracak ve nasıl yerli yerinde bir sistem oluşturulabilecek?

Yüzölçümü Diyarbakır'dan küçük Lübnan'da (Diyarbakır 15 bin, Lübnan 10 bin kilometre kare) 26 etnik, dini ve mezhebi grup yaşamakta.

Ayrıca her grup da kendi içinde birbiriyle kavgalı. Sadece Dürzilerin rakip 6 büyük ailesi/aşireti var.

Doğru düzgün yatağında ölen lider 'yok' gibi!

Dürzi Canbulat'ların mevcut lideri Velid Canbulat'ın babası Kemal Canbulat 1977'de, babası Fuat Canbulat 1921’de öldürüldü.

Babası öldürüldüğünde Kemal Beg 4 yaşındaydı. Aileyi yıllarca annesi Nizara Hanım yönetti.

Fuat Bey'in dedesi Said Beg 1861'de cezaevinde öldü. Said Beg'in babası Beşir Beg ise 1825'te Beyteddin Sarayı'nın sahibi Osmanlı'nın Lübnan Emiri Beşir Şehab'a isyan etti, yenildi ve yakalanarak idam edildi.

Bu anlattıklarım sadece Lübnan'da ve yine sadece Dürzilerin tek bir ailesinin tarihi.

Kuşaklar boyu ya kurşun ya ip!

Lübnan'da, öldürülen siyasiler sayfalara sığmaz; Hıristiyan, Maruni Cumhurbaşkanı Beşir Cemayel, yeğeni sanayi bakanı Pierre Cemayel, Sünni Başbakan Refik Hariri, Şii Emel örgütünün kurucusu Musa El Sadr (1978'de Libya seyahatinde kayboldu ve bu güne kadar bulunamadı), Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ın oğlu Hadi Nasrallah ilk akla gelenler.

Suriye, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Türkiye, İran, Mısır... siyasi tarihleri de cinayetler ve iç savaşlarla dolu.

Baştaki soruyu tekrar soralım:

ABD, İsrail Rusya, İngiltere, Fransa... kısaca dünyanın tüm güçlerinin yüzlerce yerli işbirlikçi örgüt ve siyasetçiyi kullanarak; sadece kendi çıkarları için, her türlü melaneti yaptığı ve yaptırdığı, böyle bir coğrafyada 'İstenilen düzen' nasıl kurulabilir?

Ara, ara sağcı, solcu, İslamcı... birçok hayalperestten şu sözleri duyuyoruz: 

Bütün yabancı güçleri bölgeden kovalım, hepsi çekip gitsin, sonra da bölgede yaşayan tüm asli unsurların temsilcileri, bizler kendi aramızda toplanarak sorunlarımızı çözelim.


Çok hoş, ancak aynı zamanda da çok boş bir söz. 

Kimi nereden, nasıl kovuyorsun ve kimleri nasıl yan yana getirip de anlaştırabiliyorsun?

'Siyasetin tanrısı güçtür' sözü çok doğru. Gücü ele geçirmek için de öncelikle akıl lazım, o da ayrı bir konu.

Bölge, tarih boyunca büyük imparatorluklar tarafından yönetildi. Ne zaman ufalanıp dağıldıysa kaos ortaya çıktı.

Bu Romalılar, Persler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar... zamanından beri böyle. Bölgeyi bölerek, küçük devletçiklerle yönetmek sömürüyü derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Bölgenin ekonomik damarları da kesiliyor.

Tarih boyunca bölge yönetiminin şekillendiği 3 önemli havza var. Bugün bu havzalarda Türkiye, İran ve Mısır devletleri bulunuyor.

Bugün, bu 3 devletten en az birinde doğru düzgün, yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçevede bir rejim kurulmadan içinde bulunduğumuz bu zilletten kurtulmamız mümkün değil.

Sezai Karakoç'un yıllar öncesi dile getirdiği gibi en az 5-10 milyon kilometrekarelik bir havzada ve yine en az 250-300 milyonluk bir nüfusa hitap etmeyen bir devletin ayakta durması zor.

NAFTA (Kuzey Amerika Birliği), Şanghay Beşlisi ve AB (Avrupa Birliği) gibi oluşumlar bu ihtiyaçların sonucu ortaya çıktı.

Bugün dünya, bu havzalar arasında bölüşülmüş durumda. Olan biten kavgaların ana nedeni de bu yapıların gelecekleri ile ilgili. Herkes kendince ayakta durmaya çalışıyor. 

Havzalar çarpışıyor!

Parçalı ve yerel çözüm arayışları şunun veya bunun piyonu olmaktan öte bir sonuca varmadı/varmayacak.

Hiç kimse Ortadoğu'ya 'babasının hayrı' için yaklaşmıyor.

Batılısı ve Doğulusu ile tüm süper güçler acımasızca ve her türlü insani değeri göz ardı ederek sadece kendi çıkarları için savaşıyorlar.

Ortadoğu Birliği içinde eşit, adil ve refah içinde yaşamak isteyen Türkiyeliler için öncelikli hedef, Türkiye'yi yukarıda anlattığım gibi arzuladığımız bir ülke haline getirmek olmalı.

Bu hedefe en kısa yoldan varılması için yapılması gereken ilk şey ise Kürt sorununun adil ve kalıcı bir çözüme kavuşturulması.

Cumhuriyetimizi demokratikleştirerek yenilememiz ve öncelikle Türkiye, Suriye, Irak Kürtlerini kapsayan Kürt-Türk birliğini oluşturmamız halinde yolun çok önemli bir bölümünü kat etmiş olacağız.

Gerisi çorap söküğü.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU