Bal, bade ve inanç

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Unsplash

Bal güzeldir. Bade de hoş bir kız ismidir. İnanç da bu günlerde erkeklere konan hoş bir isim. Bu üç kelimeyle başladık söze.

Sonraları aklınıza gelecek şeylerden ben sorumlu değilim. Ama burada sizlere bir şeyler anlatacağım. Bakalım anlatabilecek miyim?

İnsanların inanç dünyaları farklıdır. Bu inanç dünyaları ya da inançsızlık dünyalarını olduğu gibi kabul edersiniz.

Onu değiştirmeye yeltenmez, ona müdahale de edemezsiniz. İnanç dünyaları dokunulmazdır. Özel hayat gibidir. Özel hayat nasıl mahremse, cinsel hayat gibi dinsel hayat da mahremdir.

Bir insanın en özelidir. Sorulmaz, kenardan dolaşan kelimelerle sorgulanmaz, ironi yapılmaz, hatta başkasının inancını öğrenmek için kendinizde meşru bir hak bile görmemeniz lazımdır.

İnanç hürriyeti kadar inancı yayma hürriyeti de vardır ancak bu her ülkede yoktur. Bu bahane edilerek cemaatleşme, inancın şirketleşmesi ve kadrolaşması ise apayrı bir sorunsaldır.

Bu açıdan inanç hürriyetinde karşımıza şu ikilem çıkmaktadır:

İnanç nereye kadar hürdür? İnancın hürriyeti neleri yapmaya dek müsaade almıştır?

Bu müsaadeyi veren kurum ve yetkili makam bunu nasıl uygular?

Arkadaşlar, inanç hiçbir şekilde kaba kuvvet ve şiddete dönmediği sürece demokratik devletlerin müdahil olmadıkları bir konudur.

Japonya'daki Yüce Gerçek tarikatı gibi Tokyo Metrosunda Sarin gazlı saldırı yapmadıkça ya da ABD'de sahte mesih David Koresh gibi inananlarını toplu intihara sürüklemedikçe en saçma inanç bile kendisine sağlanan ibadet ve propaganda özgürlüğünden faydalanır.

Şehre sokulan ezoterik inançlar, züccaciyeci dükkanına sokulan fil gibidir. Bu inançlar, kendi tariki dışında çoğulculuğa kapalıdır. Adama ihtiyaç vardır. "Bizim arkadaşlardan olsun" derler kendi kurumlarında.

Bu kurumlardan yetişen birisi bir makama gelince yine aynı kelimeyle işini yapar. "Bizim arkadaşlardan olsun".

İşte böyle yürür işler bir kadro için. Her tarikat ve cemaat, minör ölçekte ayrı bir ümmettir. Diğerlerini ya da eskilerin deyişi ile ağyarını kendinden görmez.

Bu sebepten şehirler gibi kozmopolit yerler için gerekli değildir tarikat veya cemaatler. Kuş uçmaz, kervan geçmez, ayının, çakalın, tilkinin, çölün olduğu yerleri, kayalık adaları şenlendirmek için idealdir.

Yunan adalarının büyük çoğunluğunda bir sözüm ona aziz mezarının veya makamının olmasının bir sebebi de bu olmalıdır. 

ABD'de ve diğer demokratik ülkelerde kurumlar kurallarla sabit olduğundan kendi inançlarının cemaatlerine ait üniversiteler, hastaneler ve hayır kurumları ile okullar da mevcuttur.

Örneğin rahmetli Turgut Özal'ın doktoru Dr. Debakey ABD'de Houston'da bulunan Methodist hastanesinde bir doktordu.

Metodist cemaatine aitti bu hastane. Ama demek değildi ki tüm hastane Metodist inançlılardan oluşan kadroya sahipti. Hayır. ABD'de bu biraz daha kurumsal yürüyor tabi.

Yine ABD'de çok çeşitli cemaatlerin hastane ve üniversiteleri mevcuttur. Bunlar arasında Mormonların neredeyse şehirleştikleri Utah eyaleti ve bu eyaletin başşehri Salt Lake City çok çarpıcı bir örnektir. ABD'de Mormon cemaatinin (aslında tarikat olsa da cemaat örgütlenmesine sahiptir) çöl benzeri bir alanı yeşertip burayı bir ekonomik çevrim alanı ve insanların yaşam alanına çevirmesi söz konusu olmuştur.

Yine Amishler ve Mennonitler de kırsal ortamda yaşamalarına ses çıkarılmamış ve kendileri de bu kırsal hayatı seçmiş tarikatlardır.

Rusların aykırı bir mezhebi olarak görülen ve askerlik yapmayı reddeden Molokanlar da Çar tarafından merkezden uzak yeni alınan topraklara "Kars'a" gönderilmişlerdi.

Devletler özellikle Mormonlar, Molokanlar, Amishler, Mennonitler gibi toplulukları merkezden uzak yerlere gönderme eğilimindedir.

Bu topluluklar için de bu, bir nevi izole kalmak, bozulmamak ve kendilerini dış etkilerden korumak için bir nevi kuvöz etkisi sunar.

Hal böyle olunca, e arazi de geniş, uçsuz bucaksız topraklar olunca, cemaatler ve tarikatlara "git oraya yerleş, orada geliş, serpil, semir ve kendi rantını meydana getir" demiş oluyorsunuz.

Coğrafya ve ülkenin ücra yerleri sahipsiz kalmıyor, toprak işleniyor, katma değer meydana getiriliyor.

Amishler ve Mennonitlerin aslında oldukça üretken birer toplum olduklarını belirtmeliyiz. Kars'ta peynirciliğin gelişmesi, 1800'lerde bölgeye Molokanların yerleştirilmesinden sonradır.

Özetle tarikatlar ve cemaatlerin şehirlerin dışına itilmesi ve oralarda mümkünse şehirlerin 100 km dışına, hatta mümkünse dağlık ve çorak bir alana gönderilmesi lazımdır.

Bir maden çıkarıldığında arazide duran o işe yaramaz çukur sahayı da verebilirsiniz. Böyle maden goflarını göle, çevresini de göl kenarı kasabasına çevirmeye teşvik edebilirsiniz gayet tabi.

İzole bir sahaya gönderilen insan sürüsü ve kalabalığı zamanla kendi rantını meydana getirir. Dünyada hiçbir madensel kaynağa ve hatta suya sahip olmamasına rağmen kutsal olan veya kutsal bilinen şehirler vardır. Kutsal olmasa bile şeyh efendi yerleştikten sonra orası kutsallaşır.

İnanç, inananlarını kendine çeker. Rantını oluşturur. Bu, demografik sürecin sahadaki bir gerçeğidir.

Onlara bunu vermezseniz, sizin içinizde gelişip, içinizde serpilip, kadrolaşma ile semirip kendi rantını da belediyelerden sağlayabiliyor.

Sonrasında ise "bir belediye başkanı bir şehri parsel parsel verdi" gibisinden diyalogları duyuyoruz.

İnanç özgürlüğünü verirken "o özgürlükle gel de tepeme…" demeyiz. İstediğin okulu kur, istediğin kanalı kur, istediğin yayını yap, istediğin yerde istediğin parayı istediğin sohbetlerde topla da demeyiz.

Bunların hiçbiri inanç özgürlüğüne girmez. Para toplamak yasayla sıkı sıkıya denetlense idi fetö himmetler toplamaz, tevhid i tedrisat hakkı ile uygulanıp dershanelerine göz yumulmasa idi onlar üzerinden bir kalabalık vücuda getirilmez, eğitim rantı ve bu çocuklar üzerinden satılan dergi ve gazetelerle geliştirilen bir medya rantı da oluşmazdı.

Sonuçta ortaya çıkan bu orantısız ve şuurlu olduğunu sanan şuursuz kalabalığa oynayan bilinçsiz vekiller de olmaz partiler de bunların dümen suyuna girmezdi.

Yükselmek için onun bunun cemaatine giren askeri, subayı, amirali de olmaz, 15 Temmuz gibi iblis kalkışmalar da yaşamazdık.

Ben bunları düşüne düşüne, hatalar nerelerde yapıldı? Görerek bulduysam aynı mantığı çalıştırmak zor değildir.

Zor değildi oysa baştan kuralları da koymak… Kurallar vardı ama her nasılsa esnetildi veya yok edildi. Başarısız darbelerin ilki değildi sonuncusu da olmayacak bu.

Yine kalkışmalar olacak. Çünkü ihtiyaç, cehaletin tam merkezinde. O cehaletin merkezi ise okumadan, bilmeden, kalabalıkları takip edenlerin içgüdüsünde gizli.

Sadede gelelim mi?

Ülkemizde uçsuz bucaksız topraklarımız, uçsuz bucaksız da bir cehalet var mı? Var.

Dini duvara astığı Kur'an-ı Kerim'den değil de mahallesinde alim bildiği bir zatın dizinin dibine oturup öğrenenler de bu ülkenin gerçeği mi? Gerçeği.

Siz, biz ne kadar bu iş sakattır, cemaati tarikatı cehalettir desek de bu insanlar bu yola gi-re-cek.

İyisi mi biz bunu ortadan kaldırmanın değil, yönetmenin derdinde olalım.

Tuz Gölü gibi, Karapınar gibi yerlerde bu rant sahaları meydana getirilebilir.

X bir cemaate tutar dersiniz ki, Şehirde şu koleji açmanı, bu üniversiteyi açmanı istemiyorum.

Vadettiğin cenneti, git şurada kur. Zaten yasalara göre vakıf kurduğunuzda belli bir araziyi vakıf arazisi olarak almanız ya da devletten uzunca bir süreliğine kiralamanız kolaylaşıyor.

Allah aşkına bin kişilik veyahut on bin kişilik bir cemaati ülkenin çorak bir bölgesine yönlendirmek çok bu zordur? 

Misal aklımdan uyduruyorum. Mendil cemaati veyahut tarikatı diye bir tarikat olsun. Başlarında da aziz, mukaddes, mübarek, şeyhul ekber her kimse işte. 

Devletin yönlendirmesi ile bu adamların şunu demesi çok zor değildir. "Eyy sofiler, filan tarihte mübarek bir kardeşimiz bir rüya görmüş, zuhuratta kendisine rüyada şurada yerleşin, orayı cennet bahçesi yapın" denmiş. Efendi Hz. De diyor ki, evet o rüya sahihtir böyle yapalım.

Bitti işte! Mis!

Şu ana dek o zuhuratta gördükleri hayırlı hiçbir şey olmadı zaten. Ya tweetleri ikiye katlayın mesajı çıktı, ya şeyh efendiler 2. veyahut 3. eşi aldı veyahut zuhuratta filan holdingi kurun, filan bakanlığı ele geçirin dendi.

Ulan bir kere de zuhurattan hayırlı bir şey zuhur etsin ne olur bre mübarek?

Zuhurat zahirdir e zahiri kimse bilemez ama şu ana dek zuhuratta bildirilen ne varsa hepimizin malumu oldu ve hiçbiri de hayırlı sonuçlar getirmedi.

Eyy sofiler! Geçenlerde zuhuratta bildirildi ki, Datça'da orman yangını çıkacakmış, e çıktı da. Ama size söyleyemedim çünkü itikafta idim.

Zikirle meşguldüm. Bir de baktım ormanlar yanmış. Zuhuratta söylenmiş bu hadise için bir başka zuhurat ortamında orayı ağaçlandırmamız söylendi.

(Sonuçta ne kadar istersen o zuhurat ortamını çoğaltabiliyorsun parayla zuhur etmiyor ki o süpernatural ortamda görülenler…)

Ha ayrıca zuhuratta görülen kişilerin veyahut "şeylerin" ne kadar rahmani ya da şeytani olduklarını da test edecek bir zuhurmatik de yok.

Şimdi diyeceksiniz ki; "Bre hadsiz adam! O zuhurat mübarek kişilere malum oluyor sen kimsin ki bir yerinden zuhurat uyduruyorsun?"

Ben de diyeceğim ki, şu ana dek İngilizler Topal Mollaları, Kesnizani'leri ortaya zuhuratta bulunmuş şeyhler çıkarırken oluyordu ama.

Skandalı patlamasaydı zamanında Ali Kalkancı da zuhurattan onca şeyi söylemiyor muydu?

Zuhurat mavraları ile her duyulanı şartlanmışçasına yapan bir kitle var ve ben bu kitlenin öyle ya da böyle bilinçleneceğini dü-şün-mü-yo-rum.

E madem bilinçlenmeyecekler öyleyse bunu yönetmek ve hayırlı şeylere kanalize etmek lazımdır. 

Hal böyle iken zuhurat hikayelerinin işlevsel ve amaca uygun kullanımı bence hayat kurtarır.

  • Bu cemaatler neler yapabilir? Zuhurat hikayeleri ile insanları bir defa "köle gibi" çalıştırıp, efendi hazretlerinin ya da bir tekkenin, dergahın, inanç veya şirk kompleksinin tarlasında kunta kinte gibi ter döktürebiliyorsunuz. Adamın harcadığı o enerji yanında motivasyonu da yüksek. Yediği bir bulgur çorbası oluyor onu da 20 kişiyle aynı kaşık salladığı tencerede şifa niyetine içiyor. Çoğu da aynı yerde kalıyor, mesken problemi de çözüldü mü? Evet. Hem az yakıyor, hem çok çalışıyor hem de karşılığını istemiyor. Sağ siyasetin en sevdiği şey. Hakkı verilmeyen ve itiraz etmeyen hazır işgücü. Al ve inşa ettirt ne istiyorsan. Kaynak? Zuhurat. Ödül? Ahirette şeyhe komşu olmak.

    Peki, vebal alacak mısın? Devletin vebali olmaz. Tebliğ devletin işi değildir. Devletin işi kaynakları (buna insan da dahildir) verimli kullanmak ve işleyişi, asayişi temni etmek ve büyümeyi sağlamaktır.  Bu insanlara karşı vebalin sahibi biziz. E bizi de dinlemiyorlar ise kravatımızdan aşağı Kasımpaşa. Özetle, insanların bir kısmı "kandırılmak" istiyor. Onları kandıracak eğlenceli hikayeler, acıklı hikayeler oluyor. Zuhuratta görülen manevi nurani kişinin mesajları, adı belirsiz bir kişinin şahit olduğu bir mucize de olabiliyor. Bunları engelleyemezsiniz. Toplumun bir kısmı inanıyor, diğer kısmı ise inandırıyor. İnanç ihtiyaç olduğu sürece, inandıranlar da olacak. Bu kimi zaman "İslam sosuyla" verilirken (biliyoruz ki İslam'la alakasızdır) kimi zaman da reenkarnasyon soslu, yoga soslu işlerle Hindistanlı teyzelerin ayaklarını sosyetenin öptüğü törenlere dönüşebiliyor.
     
  • Vaktiyle 90 yaşlarında bir kadının "Mevlana bende reenkarne oldu" diyerek saçma ötesi bir kitabı ile uzaydan mesajlar getirdiğine şahit olmuştum. Bazısı bana yakın oturuyordu bu kimselerin. Bir defa buluşup konuştuk ve ömrümden geçen o zavallı 1 saate hala acırım. Ama bu insanlar inanmıştı ve her kurumda da tanıdıkları ve "güçlü dostları" vardı. Çünkü bunlar ilk peydah olduğunda ülkenin bir kırsalına bunları sepetleyen bir "kontrol odası" yoktu.

     
  • Kafasındaki sarığı ile ekranlara çıkan ve şarj olduktan sonra Uhhhh!!! Diyerek uyanan ve mesaj aldığını, mehdi olduğunu söyleyen aklı gidik dedenin de cenazesine biliyorsunuz binlerce kişi katılmıştı. İşte o binlerce kişi, o cemaate neden senelerce bir şey yapılamadığının da cevabıdır. Topla bunları, al liderlerini içeri, eğit, kur, amacına inandır (bu tip şarlatanların çoğunun uçkur buğu olduğu için inandırmak yerine kasetlerini de göstersen onlar istenileni yapacaktır) ve inandırdığın amaçla onlara iş yaptırt. Karadeniz sahil yolu mu lazım? Dök müritleri meydana! Kazma, kürek, ne varsa. İşgücünü beleşe getirt. Müritlerden işadamı mı var? Devletin yurtdışındaki işlerini ver, yapsınlar. Deniz kıyısını doldurt, keçi, koyun beslet hayvancılık ilerlesin. Çorak alanlarda tarım yaptırt, su kuyusu açtır, ortamı yeşert, ağaç dik. Sorarlarsa "zuhuratta söylediler" Bitti. 
     
  • Müritler dinamit lokumları sarılmış yelekler giyip bir yerde "istişhad" eylemi mi yapmak istiyor? Adam kendini patlatacaksa sür abi Pençe Kilit operasyon bölgesine. Sür Ayn el Arab'a doğru sınırdan. Mayınları temizlenecek sahada önden yürüsün. Terör örgütünün tuzakladığı yolda önden gitsin bir araçla. Nasılsa patlatmayacak mı adam kendini? Bırak o inancı engelleyemezsin ama yönlendirebilir, yönetebilirsin. Vaktiyle bir Rus, intihar edecek bir dostunu 3 kez engellemiş. En sonunda adam kendisini binadan aşağı atmış ve üzerine düştüğü araçtaki bir bebek hayatını kaybetmiş. Bir şeyi yapmak için kafası takıntılı olanlar onu mutlak yapıyor. Bunu kültür, kitaplar, tebliğ asla engelleyemez ama kurallar düzenleyebilir ve kurumlar da bu düzeni uygular. 
     
  • Biliyorsunuz Hindistanlı Osho lakaplı sahtekar ve yardımcısı Sheela'nın hikayesini. ABD'nin kuralları müsait bir eyaletinin ücra bir yerini resmen şehre çevirip burada kendi ortamlarını kuruyorlar. Ama o zamanlarda ABD, cemaatleşmenin böyle dişli versiyonlarına karşı hazır olmadığı için iyi bir ders alıyor. Biz aldık mı? Almadık. Bir felaketin kıyısından döndük ve diğerlerinin de oluşmaması için hiçbir sebep yok. FETÖ gitti METÖ geldi. Bunu buradan söylemekten de doğrusu çok korkmuyorum. Hangi bakanlıkta arkadaşım varsa burada da onlar çoklar diyor. Oysa hiç çıkmayacaklardı o köyden. O köyün kasaba olması ve ardından şehirleşmesine bir izin verilecekti. Tüm tarikatları için orası bir çekim merkezi olacak, tüm elebaşları oradan ev almak isteyecekti. Şehirlerde vekilleri yine olurdu ama yerleri de belli olurdu. Şimdi yeri belli olmayan ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bu mayınlar arasında bir düzen kurmaya ya da mevcut kaotik düzenden hayır beklemeye çalışıyoruz. Çok bekleriz.

Mesela adını vermek istemediğim ama iyi bildiğim bir şehirde (bu şehrin Türkiye'de olduğunu söylemiyorum) hayatın, eğitimin, bürokrasinin ve o şehirdeki yükseköğretim kurumunun her yerine girmiş olan ve burnunu sokmadığı yer kalmamış iblis bir vakıf var.

Bu vakfın başındaki kişi için adeta şehrin ağası, paşası dersiniz şehirdeki ve kurumlardaki etkisini görseniz. Ona yakınsanız kazanıyorsunuz, değilseniz işleriniz kötü gidiyor.

Ama sebebi adamın arkasında mübarekler, sadatlar, zuhuratta verilmiş görevler ya da Hak tealanın inayetinin olduğu değil, sorgulanamazlığı kurumsallaştırmış olması ve o sorgulanamaz güce yakın durarak güçlenmeye çalışan bedavacı yancılar sürüsü.

Her kurumdan kendisine bağlı kimseler ile kurduğu bir tekel ve din baronluğu var. Bunun da defolup gittiğini göreceğiz elbet. Ama bunlar üremeye, çoğalmaya devam edecek. Çünkü inanç, bilmekten öte bir ihtiyaçtır. Bilmek, ilmin özünü, varlığı merak eden içindir. İnanmaksa bilmekle alakası olmayan kişinin işidir.

Güneşin enerji üretmesi gibidir bu. Kütlesi büyük olduğu için içerisindeki füzyon süreci ile açığa çıkardığı ışınım ve hidrojenin helyuma çevrimi. Yani bir cemaat büyüdükçe kendi merkezindeki sözümona "mübareksiye" (ki bunlara Belam diyoruz) inanan kekoları enerjiye çevirme döngüsü oluşuyor.

Füzyon demeyelim de muzyon veyahut badeyon da diyebiliriz tabi opsiyonel. İsim uydurmaktan kolay ne var ki? Ama sonuçta o kütle büyüdükçe merkezdeki kişi için "yahu bu kadar insan geliyorsa vardır bir kerameti" diyor insanlar.

Var kardeşim var. Bekle…  Tıpkı Çiftlikbank yolsuzluğu patlamadan evvel kameralara konuşan ablanın durumu gibidir bu. Ne diyordu abla? "Bu kadar insan aptal olamaz dedim, çocuk da temiz yüzlüydü bundan pislik çıkmaz dedim yatırdım parayı" evet işte insanlarımızın bir kısmının bugu budur.

Bu kadar insan aptal olamaz diyor kalabalığın gittiği yönü görüyor ve yürüyor uçuruma. O uçuruma gidene dek koyunlar nice kekikler, nice lezzetli otlar görür, yer. O otlardan nasiplendikçe belki sürünün başındakine dua bile ediyorlardır ama Rorahima benzeri bir uçurumdan düşene dektir o kekikli otların lezzeti.


Geçtiğimiz günlerde Türkiye'deki ülkücü camianın en sorgulayıcı, en kapasiteli ve en derin ve entelektüel simalarından biri olan Mehmet Fatih Doğrucan kardeşimizi verdik toprağa.

Fatih Beyi de toprağa verdikten sonra hissettim ki bir değil bin kişi eksildik aslında. Çünkü bu insanlar bir etki merkeziydi. Topluma etki etmesi, onu çekip çevirmesi, onu bir hedefe güdülemesi gereken kimselerdendi.

Cenazesinde ise yüz veya daha az kimse vardı. Toprağa verilirken ise daha azı. Oysa bir belam olsaydı eminim birkaç bin insandan başlardı cenazesinin boyutu.

Yanımdaki arkadaşlardan birisi "yahu topluma hiçbir şey vermemiş birinin milyonlarca kişilik cenazesi olurken bu da reva mıdır?" demişti.

Peki bu bir kriter midir? Yani miktar o yolun hakikatliğine delalet midir?

Cenazede yanımdaki o iki samimi arkadaşa şunu söylemiştim. Hakikatin ve doğruluğun pusulası miktar ve kalabalık kitleler olsaydı bir at pisliği üzerine konan milyonlarca sinek onun güzelliğine delalet ederdi.

Ancak bir çiçeğin üzerindeki bir arı, o çiçeğin özelliğinin ispatıdır. Çünkü ondaki bal ile gelir o arı. Dumanı üzerinde bir taze at pisliğine üşüşen beleşçi sinek gibi değildir arının durumu.

Diliyle kolları ile eşeler o poleni almak için. Yazarları, edip ve entelektüelleri okuyan ve fikirlerinden beslenenler de o arı gibidir. Seçmiş ve ondaki öze gelmişlerdir. Onu alır diğer çiçeklerden de alacağını alır ve daha özel bir bal yapar.

Vaktiyle Ercümend Özkan'ı, Frömm'ü, Cemil Meriç'i, Ratzel'i, Tümertekin'i, Kant'ı ve oncasını okumuş olarak kendi balımı yapıyorum. Bazısına bal, bazısına zehir oluyor.

Bal biliyorsunuz her bünyenin kaldıracağı bir şey değildir. Bebekler mesela ilk iki sene hazır değildir bala. Bir bünye eğer olgunlaşmamış, yetişmemişse o bal onu sarsar.

Bizdeki de böyle bal işte. İstersen deli bal da diyebilirsin ama benden bu çıktı başkasından daha güzeli, aroması daha farklısı. Hepimiz beslendiğimiz çiçeklerden aldıklarımızla bir diğerinden farklı bir fikir vücuda getiriyoruz.

Bizim işimiz balla. Baldıra bacağa yazı yazmak ve bade ile değil. Bize de gelen, bal için gelen arı gibi birkaç tanedir. Bizden alacağını alır, başkasından da alır, bir başka şey katar. Balı da bu oluşturur.

Gelen gelir, gelmeyen gelmez. Bağırmıyoruz, ağlamaklı hikayeler anlatıp ağlatmıyor, güldürüp güldüren hoca olmuyoruz. Arkamıza Osmanlı amblemini asıp elde çay bardağıyla geçersiz belgeleri kaynak diye de anlatıp inandırıcı ve asabi bir yüzle masaya vurarak da garip hareketler yapmıyoruz. Yapmak zor değil ama şaklabanlığın milyonluk müşterilerini istemiyorum.

Rahmetli bir büyümüğüzün şu ifadesini severim. Öğrenci hocayı seçmez, hoca diliyle öğrencisi olacak olanları artırır ya da sınırlar. Öğrenci seçtiğini sanırken hoca aslında istediğini almıştır.

Bu sebepten de cenazemize bizim gibi garipler gelecektir. Ülkenin, devletin, milletinin dertlileri, sorunlu adamları gelir. Sorunu millet olan, sonraki asırlar olanlar gelir. Cahil adam ömürlük, alimse asırlık düşünür.

Bizler de şüphesiz garip öleceğiz ve bunu durduracak bir şey yoktur. Bu belki de bir madalyondur.


Ömrünün sonuna dek şey üstünde ceviz kır (çatı üstünde olsun) sonrasında ya şu mübareğe tabi olayım da bana şefaat etsin… Bekle eder. O "sözde mübarek" de o çatı üzerinde vaktiyle çok fındıklar kırdığı için çok güzel şeyler seni bekliyordur kardeşim… Ama olsun bunlar izafi şeyler.  Devletlerin de vazifesi bunlar için "bu batıldır, bu haktır" demeden inananları inandıkları şeyle yönlendirip zekası olanın zekasını, olmayanın pazusunu, parasını kullanıp devletin çıkarları için gerekli işleri yaptırmaktır.

Ne bu ülkede ne de bir başka ülkede sizlere "Takip ettikleriniz belam, sizler de süzme enayisiniz" diyecek siyasi yoktur. Bizde de bunu söyleyecek kadar deli olanlar azdır çünkü her doğru her ortamda söylenmez, her doğruyu da söylemek doğru değildir zira reaksiyon sebebi olup sizi marjinalize eder bu sözler.

Çünkü topluluklara "delisiniz, hıyarsınız, cahil, idiot, embesil, mal, aptal, beyinsiz" derseniz oy kitlesine karşı sorumluluk duyanları zor duruma düşürürsünüz.

Beyinsiz demek yerine "Beynini kullan kardeşim", hıyar demek yerine "daha bilinçli olabilirsin", diyebilirsiniz. Örneğin git kendini badelet Allah'ın müşriki demek yerine ise "istersen bu diyaloğu kapatalım kardeşim" demek daha uygundur.

Türkiye'de tarikatlar ve cemaatlere bir vizyon, bir görev verilmediği için kendilerinde farklı farklı görevler peydah ettirerek o kurumda ve bu kurumda kadrolaşmalar olmakta.

Dağlık arazileri taraçalandırıp tarıma açmak, bataklıkları kurutmak, bozkırı yeşertmek, ormanlar oluşturmak, yol olmayan yerde yol yapmak, hastanesi olmayan, okulu olmayan köye okul yapmaktır iş.

Osmanlı'da tarikatların ve şeyh efendilerin, dervişlerin belki Balkanlarda yaptıkları ve o halkların gönlüne girdikleri "tamamen atladığımız nüans" da tam olarak budur.


Bize bataklıkları kurutan, çölleşmiş alanları yeşerten, okulsuz köyleri donatan, yolsuz (tariksiz) dağlara yol yapan tarikatlar lazım. Edebiyle uslu oturup içkisini köşesinde içen, sessiz sedasız günahını işlerken bir zibidinin "Size haramları anlatayım" diye gelmesi ancak o günahın kabulüyle içkisini içen adamı Allah'a küfrettirir.

Ama bu adamlar bodoslama dongoz herifler oldukları için sosyalleşme ve tebliğ kültürünü de anlamaz. Şehir ortamından bu sebepten gönderilir bunlar ya da hayli az sayıdadır.

Mesela Beşiktaşlı Yahya Efendi'nin, Aziz Mahmud Hüdai'nin tekkesi İstanbul'un o zamanki sınırları dışındadır. Beşiktaş, o zamanlar İstanbul sayılmamaktadır.

Üsküdar da İstanbul'un dışındadır hatta Eyüp de. Zamanla İstanbul'un içerisinde kalmıştır buralar. Bunlar kötü olduğu için değil, çekim merkezlerinin dışa doğru gitmesi, merkezdeki nüfus baskısını azaltması ve birbirleriyle çelişmesi, birbirinin cemaatini devşirme mücadelesine girmemesi için de olabilir bu.


Çok sevmesem de rahmetli Ömer Lütfi Barkan'ın "kolonizatör Türk dervişleri" tezi de bu yöndedir. Osmanlıda da dikkat ederseniz şehirlerde tekkelerin olduğundan çok, bir yere tekke yapıldıktan sonra oraların şehirleştiğini görürsünüz. Düşünün bakalım niye…

Düşünün, düşünelim. Düşünmek iyidir.

Düşünen insanlar için Kur'an-ı Kerim'de 700'den fazla ayet düşünceyi teşvik eder, emreder. İnanın demez. Düşünün der.

Şüphesiz ki ayetleri, düşünüp öğüt alan bir topluluk için detaylıca açıkladık. (En'am 126)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU